3 Şubat 2013 Pazar

Bir Daha Yüzümü Görmeyeceksin (Kitap Tanıtımı)





KİTAP TANITIMI


Hatırlıyorum… Seneler önce “Kumbara beyinsin sen, at şu kafanda biriktirdiklerini,” demişti çift gözlüklü, Einstein yüzlü, koca göbekli, askılı pantolonlu doktorum… Yıl 2002 idi, üzerinde kahverengi kadife pantolon, gri ince çizgili gömlek, masasında benden önceki hastası E. Erdinç’in reçete kopyası duruyordu… Nasıl doktorum? Hafızamı epey temizlemişim değil mi? :)


SESSİZCE USUL USUL

Ayın geceyi pençelediğine şahit uykusuz ve endişeli bir hal ve senden kalma içsel bir tavır ile çıktım evden. Yağmur’un güneş ile inatlaştığı, iç titreten, iç ısıtan ve aralıklarla iç sıkan bir gündü!Seni gördüm. Acelen vardı, hızlı adımlarla uzaklaşıyordun. Fırtına gibi esti, savurdu kokun burnumun direğinde. Saçların rüzgârı deldi geçti, güneş kaldı geriye… Ve ben tabii ki bir sokak mesafesinde kaldım öylece.Beni gördün. Gözlerini kaçırıp yolunu değiştirdin. Bütün şehir üstüme yıkıldı, bütün camlar kırıldı; ellerim kesildi, herkes bana baktı sessizlik oldu. Bir film şeridi geçti yolun ortasından ve benden başka kimse görmedi. En son neredeydim? Şimdi neden buradayım? Dün gece neyi düşledim? Bu sabah ne gördüm? Hangi rüyamı hayra yordum?Aslında tam hatırladığım ya da hiç unutamadığım gibiydin…Birden dün gece ve benzeri her gece yaşadığım ‘seni özlemek’ telaşını düşündüm.

Seneler geçmişti…Omuzunda sesli okuduğum kitapların kahramanlarına karıştığımız ve az sonra uykuya dalacağımız bir akşamdı… “Sayfayı kıvırmayı unutma aşkım” demiştin… Ve ben yine unutmuştum. Ertesi akşam aynı sayfaları okumaya başladığımda “Ne kadar tanıdık cümleler!” demiştin… “Yazarın bir tekniği sanırım, tekrar etmiş,” dediğimde başını yastığın altına sokup nasıl da gülmüştün…“Gidiyorum,” dediğinde kapının eşiğinde kalan son çığlığımı sakladığım yerden çıkarsam ve şimdi tam şu an bir yabancı gibi benden uzaklaşan sana sunsam çıkarır mısın başını yastığın altından?Yoksa tarihin kaybolan derinliklerinde bir yabancı mısın şimdi bana? Unutmuşluğun gölgesinde boş mu kaldı ayak izlerimizin sokakları? Gece yarısı şarkılarımız vokalsiz, dudak kıvrımı gülüşlerin yersiz yurtsuz, sahipsiz, kimliksiz öyleyse…Ya usul usul yaklaşsam sana, bir adres sorsam baştan başlasak…Ve tanıştığımıza memnun olsak… Ya ellerini tutmaya yoksa iznim, bir şarkı tutsam içimden…Ve desem ki “Pardon bakar mısınız? Tanışmış mıydık?”
21 Ağustos 2009 Cuma/Moda’da bir kafedeyim… Kulaklığımdan Sezen Aksu’nun sesi taşıyor. Şarkının arasında kayboluyor bir parçam… En çok yokluğunu yaşadım ben senin ama varlığın bir türlü düşmüyor paçamdan!

Şimdi, geçmiş zamanın pişmanlıklarıyla yaşasın ruhlarımız; sanki yoktu o zaman bir gram aklımız! Sen bana, ben sana aitken kaderin uçan tekmeleriyle mi savrulduk sanıyorsun?Hayır! Çok yanılıyorsun… Şimdiki hayatlarımız tamamen bizim eserimiz!Vazgeçtik birbirimizden ve şimdiyi seçtik! El mahkûm artık ‘kader işte’ emenin; suçu kadere devretmenin!




SENİ HİÇ AFFETMEDİM Kİ…

Şarkıların, senin sesinde güçlendiği bir geceydi.Eve dönüş yolu, dönülmez bir dokunma haliyle son bir sevişmeye varma acelesiydi. Uzun parmaklarının saçlarıma karışmasıyla düşen topuz çubuğumun sessizliği ile irkilmiştim ki, adımı duydum… Durdum.Omuzlarımdaki yükün taşınmaz hafifliği ve sana karşı konulmazlığın son teslimiyetiyle sustum.Senindim…Kollarında kâh bir kadın, kâh bir çocuk, kâh bir avuç yokluktum…Benimdin…Korlarımda kâh bir adam, kâh bir serseri, kâh bir göz çukuruydun…
Düştüğüm uçurumlarında yalnızlığımla göz göze gelmek, gelmese de bir türlü içimden biliyordum ki sen benim tek yalnızlığımdın…
Aynada kalan o notun içinde saklıydı senden bana, benden sana kalan son hatıra… Biliyor muydun?Bir telefon sesiyle sana çırılçıplak koşan ayaklarımdaki topuk yaralarımın acısı hiç dinmedi. Görüyor muydun?Yanı başında duran, gitmeye anbean kalmışlığımın korkusuzluğunu yenemediğini gerçekten içine sindirebiliyor muydun?
Sığ denizlerde verdiğim boyları gözünden kaçırdın sevgilim…Sana boylu boyunca uzanan hasretleri kestirip attın sevgilim…Mayınlarla çevrili kalbime basıp basıp kaçtın sevgilim…Şimdi diyorsun ki “gel”… Şarkıların, senin sesinde güçlendiği o geceyi ve o son sevişmeyi ben hiç affetmedim ki…“Ben seni hiç affetmedim ki”…

04 Eylül 2009/Çengelköy’de… Fonda Nilüfer; ne söylediği önemli değil ki!İçinde ‘unutmak ‘ geçiyorsa!

BENİ DE AL BİR DAHA GİDERKEN…

İçimde melankolik tınıların sözsüz çığlıkları… İçimde ateşle oynayan yıllarımın külsüzlük ısrarı. İçimde kanadı, kolu kırılmış bir martının bulutlara el sallama telaşı. İçimde gittiğin an duran bozuk bir saatin tıkanmışlığı. İçimde kırık bir plağın o eski şarkıyla ağlaması.İçimde sen… İçimde sensizlik… İçimde hatıralar…
Sokakları arşınlayan tabanlarımın el değmemiş kapılarda seni arayıp bulamaması ve gün sonu hasreti hiç anlatılır mı?Paslı menteşelerin yılgın sesi, parkelerin gıcırtısı, evin soğukluğu, kollarımın boşluğu ve tek kişilik koltuğa sığmak korkusu… Hiç tek başına uyunur mu?
Karanlığın içinden beliriyor yüzünün tüm çizgileri gecenin bir yarısı.Dokunmalı… Koklamalı… Sır gibi saklamalı seni.
Yastığımdaki saç tellerini tek tek toplayıp bağlıyorum birbirine ve hiç vazgeçmediğin dağınık çekmecene koyuyorum. Solumalı… Bırakmamalı… Seni geri çağırmalı…
Canımın kuytusundan dokunuyorsun iliklerime. Üstünde sevişerek eridiğimiz o halıya basamıyorum artık. Terlerimiz boyadı duvarlarımızı; silemiyorum ve ben o siyah beyaz resmine bakamıyorum artık.Gülüşünde asılı kalan zamana geri dön lütfen. Lütfen beni de al bir daha giderken. Odalarından kalabalıklar taşan beton evler yığılı bu şehirde sensiz olamıyorum. Ellerim taşların altında yaşayamıyorum. Senin elinin değmediği hiçbir şeye dokunamıyorum.
İçimde loş ışıkların işe yaramaz yansımaları. İçimde ısınmayan kışların burun sızlatan acısı. İçimde kederli avluların dertli yalnızlığı… İçimde, geldiğin an kalbime yerleşen, gittiğin an kalbimi terk eden dik başlı savaşçı. İçimde sen… İçimde sensizlik… İçimde hatıralar…İçimden gelmiyor gitmek senden…Lütfen beni de al bir daha giderken…Lütfen…
10 Eylül 2009/Bütün perdeleri kapattım… Öğlen öğlen bir kasvet çöktü eve. Sesini açtım; sonuna kadar. İlhan İrem imzalı bir şarkı ile Coşkun Demir’i ağırladım. Azıcık da sana ağladım… O kadar!

Keşke hemen gelebilsem ve sokulabilsem koynunda bir yere, bekletmeden…Daha fazla zaman kaybetmeden… Keşke!Ama hayat öyle bir oyun oynuyor ki bize… Tek adım bile attırmıyor… Bizi sadece onca ‘keşke’ ye tutsak ediyor!Susuşum mecburiyetten olacak, unutma! Son nefesin ismi sensin… Sen kalacaksın, unutma!

BU KARANLIK SENİNLE BAŞLADI BENİMLE BİTMEYECEK…

Vakit, göz gözü görmez karanlıktır şu an. Bildiğin sevdadan ve bildiğin yıllardan kaçan, bir koca bavulla gün aşırı koşan, biraz buruk bir hikâyenin yolcusuyum. Geldim. Buradayım. Çok yorgunum. İşte karşında duruyorum ve sana anlatacaklarım var.
Hiç bilmediğin yerlerden ve hiç bilmediğin hallerden geçip yine sana ve içindeki çıplak yalnızlığa düştüm sonunda. Aklının ucunda, ayakucumda duruyor ve kulağının kıyılarından yanaşıyorum sendeki kederli özleme. Buz kesmiş ellerimle giydiriyorum seni ve yanı başıma çekiyorum gövdeni bin bir kahırla. Ah ne de âlâ…
Sen sadece bak bana…Bak ki… Sen bakarken hasretin yana yakıla ayaklarıma dolansın o an.Say ki… Perdeleri kapalı penceremin kenarından tek sızansın o an.Uzaklığın arasından gözlerimi alan, bir daha kimsenin yüzüme o denli değmediği yüzünle yüz yüzeyim şu an. Tenimle tenin arasındaki bu sırra dokunmanı men ediyorum. Men ediyorum seni çivilerin üstünden eze eze deştiğim yollardan. Uzak dur benim sana gelmek için aştığım zorlardan. Sesini çıkarmadan yanaş ruhuma. Biliyorum ki varım hâlâ. Biliyorum ki ağlarındayım, bağlarındayım, en yüksek dağlarındayım. Ve biliyorum ki hâlâ damarlarındayım…
Sen benim kimselere söyleyemediğim… Vazgeçme sakın benden.Bana dokun. Sisli gecelerin pervazlarından geçip gel koynuma.Bana sokul. İlkel bir tamburun tellerini çal boynumda.Bana yaklaş. Bir yıldız daha kayıyorken avuçlarımda…
Hatırla… Savrulurken aşkımız akşam serinliğinde günahlarımızın kurtulduğunu ve sırtımızda sır gibi saklanmış nihavent makamıyla ağır basan sevdamızla derdimizin tasamızın boşluk doldurduğunu…
Unutma. Kayıp gölgelerimizin, hani o aynadaki son acımsı suretinde ağlayarak son bulurken kaybolan yıllarımızın ahını ve yersiz adakların peşinde bir mumun daha yanmadan sönüp tabakta kuruduğunu…Ve vazgeçme bizden içimde sır gibi düğümlü, düğümün ucu firar sevgilim.
Bil ki bu yalnızlık soyunurken aşka, yosunlardan arınıp dalgalarla yitmeyecek…Bil ki geceleri ensende esen nefesim başka koylarda esmeyecek…Bil ki seni benden, beni senden başka kimse bilmeyecek, görmeyecek…Bil ki bu karanlık seninle başladı sevgilim benimle bitmeyecek…

17 Eylül 2009/Mutfaktayım… Çay demleniyor, buğusu camları boyadı… Beni de biraz oyaladı. Askıdan fincan seçerken aklıma geldi: “Seç birini, benim olsun, senden hatıra olsun,” deyişin… İyi de tam da o anda Ajda Pekkan çalmasına ne buyrulur? ‘Bir Günah’ işlerken yakalanmış gibi…

İYİ OLDUĞU GİTTİĞİN…

“Al uzattım ellerimi haydi tut, tut ve bırakma avuç çizgilerimi,” demiştim sana. Karanlık telvesindeki yalancı sözlerine kandığım yaşlı bir falcının bana vaat ettiğiydin sen. O zamandan beri ellerim taşların altında bekledim seni. Canım acıdı, derim yandı, avuçlarımdaki çizgiler aşındı; belki de bu yüzden kaybettin yolunu diye düşünürken ben, sen “Korkuyorum, gidiyorum,” demiştin bana…
Hâlbuki ayazda iki yürek çarpıntısıydık biz seninle. Çok uzaklardan yankılanan iç titremeleriyle bulmuştuk birbirimizi. Kapılar kilitli, odalar dört duvar, hane yalnızlığın tutsağıydı o zamanlar ve üşümeler içerdeydi, sessizdi, kimseler bilemezdi bir zamanlar. Herkesten çok yalnızdık anlayacağın. Her şeyden çok “Biz-dik” hiçbir zaman anlayamayacağın. Ama sen “Korkuyorum, gidiyorum,” demiştin bana…
Oysa… Bir gece yarısı ayaklandırıp bütün şehri, aldırmadan hiçbir şeye sana gelebilirdim. Çağırsaydın beni, yıkardım bütün duvarları, kırardım bütün zincirleri, dağ tepe dinlemez, yorulmaz, usanmaz deler geçerdim. Ezerdim ıslak toprakları çamurlardan utanmaz, seni öyle severdim. Seni öyle bir severdim ki sevişirken unuturdun bedenimi. Kirpiklerinin dibinden, gözlerinin içinden, ense kökünden tutunurdum sana.
Belki bitmemiş bir şiirin şairsizliğine ilham, belki bir kelimenin kifayetsizliğine anlam, belki de bir sorunun içine yol yordam olurdum ama inan seni nerede olsan bulurdum…
Sen ise kaçtın. Dokunmadın kibritlere yangın çıkar sandın. Kılıcın ucu sendeydi, bıçak sırtı bendeydi, inanmadın. Henüz yolun başıyken sona vardın. Ve bir ok sapladın boşluğa kendini yokluğa attın. Aslında iyi yaptın. Yapamazdık biz seninle. Göze aldığım bir yokluk oldu bu. Çoktuk ikimize. Çok zorduk. Harap olurduk.
Biliyor musun? Hiçbir mevsimde ısınamayacak ellerim senden sonra. Bedenimdeki terler tenimden değil ateşindendi. Ellerin dokundukça nemlenirdi gözlerim ve hiç bakmadan seni görebilirdim.Öyle bir severdim ki seni… Öyle bir seviyordum ki seni, hiç gitmezsin sanıyordum…Gittin… Gittin… Ve iyi olduğu gittiğin…

04 Ekim 2009/Bu gece yazdım yazdım sildim; hem de defalarca… En son yukarıdaki satırlar kaldı elimde, defterimde… Üç saat oldu ve ben hâlâ Nükhet Duru’nun, şarkının sonundaki konuşmalarını düşünüyorum… Yani sana söylemek istediklerimi!

Gözlerimi kapatınca geçer ve belki bir an olsun gözlerin yüzümü terk eder diye uyumaya çalışıyorum… Ama artık ezan sesini duymadan geçen bir gece yaşayamaz olduğumu fark ediyorum…Onca sene nasıl geçmiş aklım almıyor… Anladım ki seni fena bastırmışım kalbime…Ve şimdi artık her şey gün yüzüne çıktı diye ruhum yine tıka basa seninle…

GELDİN YA YETER, YETER Kİ GİTME…

Açma lambaları sevgilim. Karanlıkta az beklemedim seni. Gel otur yanıma, bak yüzüme.Bak, gözlerime gözlerinle attığın imzalar hâlâ yerli yerinde duruyor. Bak, son sarılman kalmış kollarımda nasıl da dün gibi sarıp sarmalıyor. Hazin bir son günden, hüzün kokan derime ilişen derin ve omuzlarımdan çekip kendinde kaybedişin kalmış beni. Sıkı sıkı tutmuşum içimde seni, tutuşturmuşum sensizliği. Hiç bırakabilir miydim? Kuşkun bile olmasın sorma sakın bir şey, benliğin hâlâ benim, elbette çok özledim seni sevgilim…
Solgun birkaç hatıranın suskun izleridir dizlerimin üstündeki sıyrıklar, aldırma sakın. Demir parmaklıklar arasında sıkışan sana hasretliğim paslanmadan geldin ya yetmez mi?Ne çok korkmuştum yokluğunda peşime düşen gölgelerinden ve yokluğuna kavuşmaya alışmış çöllerimden. Şimdi dudaklarımdaki kızgın sahralar oralardan kalma, sana değil kızgınlığım alınma. Unuttuğum kahkahalarım için bağışla, bağışla sevgilim incittiysem; aslında hiç darılmadım sana. Ve yemin olsun ki geç kalmışlığına sitemim olamaz asla. Olamaz, zira zifiri boşluklarda dolandı ayaklarıma terk edişin ve saydam merdivenlerden kaydım yine üzerine düştüm. Olamaz sana tek bir gocunmam zira iliştim ateşe vurgun tenine, dokundum bile bile terlerimle de yine de yandım yandım sönmedim.
Her uğultuda sesin çınladı kulaklarımda, oralardan kalma anlamaz duymazlığımın acizliği.Gel uyuyalım sevgilim, uzan yanıma karışsın bedenlerimiz iç içe, barışsın hayallerimiz ve dikilsin düşlerimiz yalnız gecelerin ipleriyle. Zaman hiçbir şey almamış senden. Hâlâ öyle bakıyorsun, hâlâ öyle duruyorsun, hâlâ sonum oluyorsun. Gel kaybol yine ücralarımda.
Bak şehir bize bakıyor sevgilim. Yaktı bütün ışıklarını sokaklar ve gökyüzünde ellerimiz. Nihayet buradasın, aldık şarkıların ağıtlarından öcümüzü. Allah bağışlasın yeniden doğan gücümüzü.
Mevsimler değişirmiş de, içim kar kış kalırmış meğer. Geldin ya buzdan kalelerim eridi öyle anladım.Gelişin gün başı saat çalması, göz açımı yarım kalan rüyanın devamı, ay ışığı teslimi güneş doğumu.Gelişin şükür, gelişin minnet…Geldin ya yeter…Yeter ki gitme…

Tarih: 11 Ekim 2009/ Kayahan dinliyorum… Bir yandan da sana söyleniyorum. Ben sana daha ne diyeyim, bilmiyorum? Gözlerimden akan denizlerdeki kulaçlarından sorumluyken ben sana ne edeyim, bilmiyorum? Bir avuç suda boğulup giden hüzünlerimiz varken, ben seneler sonra gelen mutluluğa nasıl şükredeyim, bilmiyorum…



GÜNAYDIN AYRILIK, HOŞÇA KAL AŞK…

Güzden esen o yüzün kaçıyor şimdi gözlerimden ve yakalayamıyorum, ince ince hüzün akıyor gözlerimden. Gece olsun ne olur, daha fazla görmek istemiyorum bu yüzleri. Çevirdim başımı bak, yüzlerin hepsi silindi. Maskelerden yalancı roller ver bana, çıkar siyah kostümlerimi dolabın en arkasından. Giydir kuşat beni özene bezene son defa, ancak o zaman ah etmekten geçerim sana. Kursağımda sorularım var yıllardan kalma aslında. Ama sormuyorum,Sormayacağım tamam sözüm söz sana. O zaman avutmasınlar beni, git kırık aynalara söyle… Kandırılmış ağlamalar unutturmaz ki seni bana. Per perişan ruhumda bir de sen paramparça kalma.
Dur, dur bekle hemen kapatma kapıyı ellerim sıkışır. Birazdan bir duvar dibine çekilince geçer, geçecek her şey değil mi? Taş olacağım, tuğla olacağım, saklayacağım kirpiklerimi, kaskatı bir vedada ayrılacak kumla savrulan yollarımız…Gideceksin yani, aldın mı her şeyini? Ya beni? Ben artık senin değilim değil mi?
Müziği aç ne olur, daha fazla duymak istemiyorum bu sesleri. Kapattım kulaklarımı bak seslerin hepsi gitti. Yavaş olsun son adımların eğer yolu kaybetmeyecekse ayak sesin. Arkana dönüp bakmayacak kadar bize ne yapmış olabilirim? Anlamadım, anlayamadım ne oldu böyle, ne olmuş olabilir? Nereye gidiliyor böyle, söyle?
Dur, dur dinle. Boğazımda öpüşün mü kaldı? Bu hıçkırık kimden geliyor? Halim mi yok artık benim yerime içimde bu ağlayan kim? Sen de duymuyor musun? Kalbim bağırıyor sen de öyle susuyor musun?Sus, sus ve bitsin bugün artık bitsin…Hangi gün başlayacak artık yeni gün?Hangi gece bitecek eski dün?Gitsin anılar…Gitsin canım sana feda’lar…Takvimlerden çıksın sevişen bedenler, üstüme basıp geçsin seneler… Bir bir sızlasın kemiklerim bir tüyün uçuşuyla ve akşamdan hafiflesin gün göçmen bir kuşun hatırına.Ve yarın, kapı koluna asılan torbanın içinden çıkan gazetenin manşeti olsun: “Günaydın ayrılık, hoşça kal aşk”… Sana sayıkladığım o şarkının anısına…

Tarih: 18 Ekim 2009/Sen hiç Zuhal Olcay’ı gözlerini kapatarak dinledin mi? Kelimeler ile nasıl dans ediyor sesi, hiç fark ettin mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder