Ephesus Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ephesus Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Kan Kırmızı Yol






Moira Young'ın kaleminden çıkan Tozlu Diyarlar Serisi'nin ilk kitab ı''Kan Kırmızı Yol'' Ephesus Yayınları tarafından Türk Okurlarıyla buluşturulacak.






Kitaba bir göz atalım :)






Winner of the Costa Children's Book Award 2011. "I ain't afeared of nuthin." Saba's twin is golden. She is his living shadow. He is strong and beautiful. She is scrawny and dark. Nothing will separate them... Raised in isolated Silverlake, Saba is ignorant of the harsh and violent world beyond her home. But when her twin is snatched by black-robed riders, red rage fills her soul. How wil Saba find him in a wild, scorching and lawless land? Racing across the cruel dustlands to find him, she can spare no one. Not even the boy who saves her life. She must silence her heart to survive. Blood will spill. Every step of Saba's journey sizzles with danger in this futuristic thriller, which beats with a powerful, red-blooded heart. "A shot of pure adrenalin. Exuberant, exciting and charged with emotion... If a better book for teenagers is pblished this year, I'll be surprised." The Times "Has an elemental power, unfolding across achingly barren landscapes, full of blistering hotwinds and swirling clouds of orange dust." New York Times



2 Mart 2013 Cumartesi

Anne Yorumum








ANNE 




Beni ağlatan ikinci kitap oldu.Daha önce de bazı kitapları okurken gözlerim dolmuştu fakat gözlerimde biriken yaşların boşaldığını ikinci kez bu kitapta hissettim...


Sara 16 yaşında hamile kalan bir genç kızdır.Fakat hamile olduğunu öğrendiğinde kürtaj için çok geç kalmıştır.Bunlar yetmezmiş gibi de sevgilisi Danny onu terk etmiştir.Ailesi bebeğini evlatlık vermesini ister o da Eva ve George ' bebeğini evlatlık verir. Başlarda her şey iyiyken Sara bebeğini istediğini fark eder.Bebeğini sık sık görmeye gider fakat daha sonra ailenin bebeği alıp uzaklaşmasına sebep olur.


Yıllar sonra ne yapacağını bilmeyen o çaresiz küçük kızdan eser yoktur yerine inandıklarını savunan ve peşinden giden bir genç kız vardır... Sara'nın bu kadar yıl sonra kızının karşısına çıkma cesareti olacak mı ?



İşte bunu anlatamıyorum çünkü o zaman kitabın tüm sürprizi kaçar :) Kitapta hiçbir karaktere sen suçlusun diyemiyorum... Fakat Danny e çoookk kızdım ama düşündüm de baba olmak büyük bir sorumluluk ister ve yanında kalsaydı da bunu yapabileceğini sanmıyorum...( en azından Sara'ya güç verebilirdi varlığıyla , o anda Danny bulsaydım parçalardım herhalde :) )



Yazar anne & çocuk arasındaki güçlü sevgi bağını çok çok çok iyi anlatmış... 


Kalemine sağlık Caroline Leavitt :)





21 Şubat 2013 Perşembe

Yalnız Gözlerin İçin Yarışma

:) İŞTE BİR SÜRPRİZ DAHA :)

KİTAP KALBİ (FACEBOOK) SAYFASINDA YAPACAĞIMIZ YARIŞMADA

FATİH MURAT ARSAL'IN SON KİTABI

''YALNIZ GÖZLERİN İÇİN''

HEDİYE

...Yarışmamız  28.02.2013 tarihinde saat 21.00'da sonlanacaktır...

 Ephesus Yayınları







Sevgi nelere engel olabilir?
Acı dolu bir kalbin ilacı olabilir mi?
Gizemli bir adama olan öfkeyi yok edebilir mi?
Peki ya bitmez sanılan bir nefretin verdiği sızıyı dindirebilir mi?

Tutkuyla harmanlanan nefretin çöküşüne,

Sırlarla harmanlanan sevginin mücadelesine şahit olun...
Kazanmanın hüznünü, yenilmenin güzelliğini hissedin...
Mavi gözlerde kaybolan bir adamın aşkı için direnişini okuyun...

Ve acılı bir kadının adım adım sevgiye boyun eğişini görün!
Gülümseyeceğiniz, hüzünleneceğiniz ve sonunda mutlu olup keşke bitmeseydi diyeceğiniz bir FMArsal romanı...



Sayfa Sayısı: 776

Baskı Yılı: 2013

Dili: Türkçe
Yayınevi: Ephesus Yayınları





1. bölüm

Uzun boylu bir adamdı. O yüzden bahçe duvarına zıplaması ve duvarın arkasına atlaması fazla zamanını almamıştı. Hareketlerindeki çeviklik ise bunu sıkça yaptığını gösteriyordu. Islak çimlerin üzerine kontrollü bir şekilde düştüğü anda yere çömelip iri bedenini gizledi. Zaten siyahlar içindeyken zor görülüyordu. Giymiş olduğu esnek pantolon ve kalın boğazlı kazak simsiyahtı. Bu siyahlığı bozan tek şey, yine simsiyah saçlarındaki kırlaşmış şakaklarıydı. Başına geçirmiş olduğu siyah kepin açıkta bıraktığı bu kırlar, yaşına göre erken meydana çıkmışlardı. Siyah gözleri ise gece karanlığında garip bir şekilde ışıldıyordu. Tıpkı avını arayan vahşi bir kedi gibiydi.


http://www.birazoku.com/wp-content/uploads/2013/02/yalniz-gozlerin-icin-fatih-murat-arsal.png
Etrafını süzerken, duvarın öbür tarafından aynı serilikte, kendisi kadar iri biri daha atladı. Hemen yanına çöken diğer adam da dikkatlice etrafını süzmeye başlamıştı. Bir an birbirleriyle bakıştılar. Her şey sakin gözüküyordu.

“Tamer ona iki dakika vermemizi istedi. Eğer varsa kameraları etkisiz hale getirecekmiş”

“Tamam,” diye onayladı siyah gözlü adam. O da diğer adam gibi sessizce konuşmuştu. “Bir aptallık yapmasa bari.” Asık suratlı yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Adam bela paratoneri gibi!”

“Tahir? Kıskanıyor musun yoksa?” diye sordu diğeri alayla.

“Hadi be Dodo! Onun neyini kıskanayım?” Başını havaya kaldırdı. Eylül ayının sert soğuğu vardı. Sabahtan beri devam eden yağmur ise bir saat önce durmuştu. “Bizden sadece iki yüz metre uzakta ama eminim şu anda onun üzerine hâlâ yağmur yağıyordur.”

İkisi birden sessizce güldüler. İçinde bulundukları tehlikeli duruma rağmen hiç de endişeli gözükmüyorlardı. Az sonra içinde tehlikeli ve silahlı adamların bulunduğu bir eve baskın yapacak olanlar sanki onlar değildi. Bir dakika kadar sessizce ileriye baktılar. Yüz metre uzakta büyükçe bir ev vardı. Gizlendikleri duvar dibi ile o ev arasında ise oldukça sık ağaçlar bulunuyordu. Bu yüzden eve gizlice yanaşmaları pek zor olmayacaktı. Tamer evin diğer tarafına dolanıp baskını oradan garantiye almak istemişti.

“O Yunanlı kızla arası nasıl?” diye sordu Tahir. Gözlerini yeniden arkadaşına çevirmişti. Dodo’nun siyaha yakın yeşil gözleri karanlıkta ışıldadı. Çoğu zaman insanları korkutacak kadar keskin bakan o gözler şimdi neşeyle aydınlanmıştı.

“Sanırım ona tutuldu.”

“Bak sen! Peki kız?”

“Aynı! O hâlâ nefret dolu. Daha evvel Natalia kadar nefretle bakabilen bir kız görmemiştim. Neredeyse bir buçuk yıldır Tamer’in himayesinde ama nefretinde hiç azalma yok. Babasının ölümünden hâlâ onu sorumlu tutuyor.”

“Zor olmalı,” dedi Tahir yavaşça. “İnatçı bir kız gibi.”

“Öyle..

“Ve güzel? Tamer’i bile etkilemişse, çok güzel olmalı? Öyle değil mi?”

Dodo lakaplı Doğan bir an durup düşündü. “Evet. Aslında Natalia gördüğüm en güzel kız. Büyüdükçe daha da güzelleşti. Güzel ve vahşi. İnanılmaz mücadeleci. Korkusuz. Benimle bile fırsat bulunca uğraşmaktan çekinmiyor. Tamer’in zorlamasıyla çok da iyi Türkçe öğrenmiş. Fakat ona kan kusturmak için de elinden geleni yapıyor.”

“Zavallı kız. Zavallı Tamer.” diye mırıldandı Tahir.

Dodo kaşlarını çattı biraz. “Fakat bir gün bir şey fark ettim. Birkaç ay önce bir görevden döndüğümüzde, doğrudan Tamerlere gitmiştik. Natalia yaz tatili için Türkiye’deydi. Onları bahçede kahvaltı ederken hazırlıksız yakaladık. Annem bile oradaydı. Her şey normal görünüyordu ama o ikisinin birbirlerine bakışını görmeliydin. Belli etmese bile sanırım Natalia da ondan hoşlanıyor. İki haftadır görmediği Tamer’e özlemle bakıyordu. Gözleri sevinçten ışıl ışıldı. Dudaklarının kıyısının keyiften kıvrıldığına yemin edebilirim. Sadece içindeki nefretle boğuşuyor.”

“Benim tanıdığım Tamer, söz konusu istediği bir kız ise dünyayı devirir, yine de onu elde ederdi. Ünü senden hiç de geri değil.”

Doğan başını salladı. Arkadaşlarının ne kadar çapkın olduğunu ikisi de biliyordu. İçlerinde ilişkilerini en gizli yaşayan Tahir’di. O genellikle gazetelere falan da çıkmazdı. “Fakat bu sefer Tamer sert bir kayaya çarptı. O küçük Yunanlı usul usul onun içine işliyor.”

“Fark ettim. Fazla sessiz ve düşünceli. Dün geceki sarışını reddettiğini gözlerimle görmesem inanmazdım. Demek sebebi o öfkeli cadı ha?”

“Hem de ne öfkeli! Ateş parçası!” diye onayladı Doğan.

Tahir kepini iki yandan tutup aşağı indirdi. “Gitsek iyi olacak. Tamer yerini almıştır.” Şimdi sadece gözleri ve dudakları gözüküyordu. “Umarım Natalia böyle bir nefretten sonra bile onun aşkına karşılık verebilecek gücü kendisinde bulur. Birbirlerini sevmeye devam edecek güçleri kalır.”

Bu biraz fazla iyimser bir dilekti. Doğan o esmer güzeli kızın nasıl inatçı olduğunu Tahir’e göre daha iyi biliyordu. Tamer ile komşu oldukları için görüşmemeleri zaten mümkün değildi. Kendi annesi bile Natalia’yı gerçekten seviyordu. Ondan bahsederken gözleri yumuşuyordu. Tamer’in kardeşi Meltem ise Natalia’ya bayılıyordu. İyi arkadaş olmuşlardı. Demek ki o küçük cadı, vahşiliğini sadece kendilerine gösteriyordu. Gerçi genç kızın Doğan’a karşı tavrı da zamanla yumuşamıştı. Babasının öldüğü gece, kendisi de Tamer ile birlikteydi. Bu yüzden Natalia bir süre Doğan’a da diş bilemişti. Fakat sonradan nedendir bilinmez, bu tavrından vazgeçmişti. Yunanlı genç kızın tüm nefreti şimdi sadece bir tek kişiye yönelmişti. O nefreti söndürmek zor olacaktı. Tamer’i yoğun bir mücadele bekliyordu. Natalia babasının ölümünden Tamer’i sorumlu tutuyordu ve haksız da sayılmazdı. Fakat keşke gerçekleri kıza anlatabilseydi Tamer. Bundan özellikle kaçınıyordu. Kendisi ise arkadaşının izni olmadan hiçbir şeyi açıklayamazdı.

“Çocuklar, ben evdeyim,” diyen tok bir ses, kulaklarının içindeki minik alıcıda yankılandı. Bu Tamer’di. Tahir elini boğazındaki kolye gibi bir şeye dokundurdu.

“Tamam. Biz de hazırız.”

Doğan da düşüncelerinden sıyrılıp kepini indirdi. Kalın boğazlı kazaklarının içinde vücutları sıcaktı. Az sonra girişecekleri tehlikeli baskın için ikisi de hazırdı. Yedek şarjörleri ve silahlarını kontrol ettikten sonra sessizce ilerlediler. Islak çimler seslerini örtüyordu. Aralarında on metre mesafe bırakmaya özen gösterip biraz açıldılar. Gittikçe eve yaklaşıyorlardı. Yaklaştıkça aydınlık artıyordu. Evin neredeyse bütün üst kat ışıkları yanıyordu. Alt katta ise sadece bir yerde ışık vardı.

İçeridekiler, böyle bir baskını beklemedikleri için rahat gözüküyorlardı. Bu hücre evinin tespit edilmesinden sonra baskın işi doğrudan üçüne verilmişti. Evde birkaç yıldır aranan Maho lakaplı bir terörist de vardı. Asıl amaç onu ele geçirmekti. Fakat bu evde şehir eylemlerinde kullanılmak üzere bomba yapımıyla uğraşıldığı da tahmin ediliyordu. Bu da evin içinde en az iki üç kişinin daha olduğunu gösterirdi. Evin içinden gelen hafif sese bakılırsa bazıları televizyonda müzikli bir program izliyorlardı.

Evin dışında ise birisi duruyordu. Verandadan beş on metre uzaklaşıp başını kaldırmış, bulutların arasından sıyrılmaya çalışan aya bakıyordu. Doğan, bakışlarını Tahir’e çevirdi. Adam Tahir’e daha yakındı. Tahir de başıyla onayladı. Sigarasını içmek için dışarıya çıkmış olan adama yanaştı. O kadar sessizdi ki, sigarasından derin bir nefes alıp dumanını havaya üfleyen adam hiçbir şey fark etmedi. Yirmili yaşlarda esmer birisiydi. Kimsenin böyle bir baskını beklemediği çok açıktı. Belinin arkasına sıkıştırdığı silah da kendisini güvende hissetmesini sağlıyor olabilirdi. Tahir o silahın çekilmesine müsaade etmeden işini halletmeliydi.

Gözleriyle etrafta bir kamera aradı hızla. İki tane vardı. Bir tanesi doğrudan evin önünü kontrol eden gece görüşlü bir kameraydı. Bulundukları pozisyonu görmesi mümkün değildi. Diğeri de evin öbür köşesinde, eve gelen yola doğru çevrilmiş gibi duruyordu. Üzerinde yanan minik kırmızı ışık ise hâlâ aktif olduğunu gösteriyordu. Tamer onları iptal edemese bile eve girmek zor değildi ama önce şu adamı halletmek lazımdı. Başını çevirip hâlâ sigarasını içmekte olan adama baktı. Kendisinden sadece dört metre kadar ilerideydi. Hakikaten çok gençti. Yirmili yaşların daha başındaydı. Belinden çıkardığı bıçağını yine yerine soktu. Mecbur olmadan kimseyi öldürmek istemiyordu. Hele bu kadar genç birisini… Terörist bile olsalar, bu gençlerin çoğu kolayca yoldan çıkarılabilen, macera düşkünü, basit insanlardı.

Yerden aldığı küçük bir dalı, gizlendiği ağacın arkasından sessizce fırlattı. Dal parçası, genç teröristin arkasından yan tarafa düştü. Hafif bir ses çıkarmıştı ama adam başını çevirip doğal bir merakla dalın düştüğü yere baktı. O anda Tahir birkaç uzun adımla onun yanına yanaşıverdi. Bir eliyle ağzını kapatırken diğer kolunu genç teröristin boğazına doladı. Hafif bir çırpınma yaşanırken, kolayca hasmını karanlığa doğru sürükledi. Kolunun baskısı boynunu kırmayacak kadar az ama birkaç saniyede bayılmasını sağlayacak kadar da fazlaydı. Nefessiz kalan genç terörist, çırpınmayı çoktan bırakmıştı. Çelik gibi kaslar, onun için fazlasıyla güçlüydü. Bayılma aşaması bile çok hızla gerçekleşmişti.

Onu kuytu bir yere bırakan Tahir pantolonunun fermuarlı yan cebinden çıkardığı plastik tutturma kelepçesi ile ellerini bağladı, sonra da ayaklarını. Daha önceden kesilmiş bir karış uzunluğunda koli bandı benzeri özel bir malzeme, pantolonunun bacaklarına yapıştırılmıştı. Bir tanesini sessizce çıkardı ve yerde yatan genç adamın ağzına yapıştırıverdi. Şimdi baygın ve tamamen kontrol altında olan bu genç terörist, uyandığı zaman büyük ihtimalle bir polis ekip arabasının içinde olacaktı.

Başını çevirdiğinde, Doğan’ın çoktan evin yan duvarına sinmiş olduğunu, parmağıyla da kamerayı gösterdiğini gördü. Kameranın ışığı sönmüştü. Demek Tamer bir şekilde eve girip kontrol odasını bulmuştu. Az sonra iki arkadaş yine de tedbirli davranarak evin açık kapısından içeriye süzüldüler. Sonra aynı hızla, anlaştıkları gibi evin alt katına yayıldılar. Alt katta olması muhtemel teröristleri arıyorlardı. Sadece mutfak kısmında bir terörist, televizyonu açmış, hem tostunu yiyor, hem de gürültülü müzik programını seyrediyordu. Oturduğu masaya arkadan yanaşan Doğan, daha o ne olduğunu bile anlamadan boynuna dolayıverdi kalın kolunu. Tahir’in de az önce yaptığı gibi sessizce bayılttı hasmını. Birkaç saniye sonra o teröristin de elleri ve ayakları kelepçelenmiş, ağzı bantlanmıştı. Yerde baygın bir halde yatıyordu.

Tahir mutfağa girdi. “Alt katta başka kimse yok,” dedi sessizce.

Doğan üzgünce yerdeki gence bakıyordu. “Şunlara bak. Hepsi de çocuk yaştalar. Bu daha yirmi bile yok.”

“Örgüt şehir içlerinde çocuklardan faydalanıyor. Büyük ihtimalle üniversite öğrencisidir.”

İkisinin de gözleri, temiz yüzlü çocuğun baygın bedeninde gezindi. Doğu kökenli değildi. Büyük bir ihtimalle Ankara’dan daha doğuya bile gitmemişti. Böyle bir gencin bu örgütün tuzağına düşüp şehirleri kana bulayacak eylemlere karışabileceğine inanmak zordu. Ama gerçekti. İdealler bazen yanlış seçimlere götürüyordu genç beyinleri.

Dönüp sessizce üst kat merdivenlerine yöneldiler. Tahir önden çıkarken, Doğan da geri geri giderek arkadan gelebilecek bir tehlikeyi görmeye çalışıyordu. İkisinin de ellerinde susturucu takılmış bir silah vardı şimdi. Sonunda üst kata vardıklarında, sağlı sollu birçok kapısı olan uzun bir koridor gördüler. İlk iki kapı hafif aralıktı. Tahir kafasını birisinin içine dikkatle sokarken Doğan da diğerine baktı.

“Tamer buraya gelmiş bile,” diye mırıldandı Doğan. Gözleri yerdeki iki adamdaydı. Elleri kolları bağlıydı. Birisi baygındı. Fena bir yumruk yediği, suratından akan kanlardan belliydi. Burnundan sızan kanlar ağzını kaplayan bandın kıyısından sızıyordu. Diğeri baygın değildi ama onun da ağzı sıkıca bir bant ile kapatılmıştı. Gözleri korku içinde kendisine bakıyordu.

Tahir de kendi kontrol ettiği odada yerde yatan bir başka adamdan gözlerini ayırdı. “Evet. Öyle gözüküyor. Burada bir kişi var.”

“Burada da iki.”

“Bu durumda ev sanılandan kalabalıkmış. Öyle değil mi? Haber alma bizi doğru bilgilendirmedi.”

“Önemli bir eylem için hazırlanıyor olmalılar.”

Koridor boyunca ilerlediler. Diğer iki oda boştu. Son kısımda iki kapı kalmıştı. Birisi hafif aralıktı. Doğan hafifçe kapıyı ittirdi. Elinde tuttuğu silahı ile temkinli bir şekilde içeriyi kolaçan etti.

“Geciktiniz,” diye homurdandı birisi.

Tahir gözlerini boş koridordan çevirip Doğan’ın omzunun üzerinden içeriye baktı. Tamer ellerini beline dayamış, kendilerine bakıyordu. Yerde yine genç bir terörist, baygın ve bağlı halde yatıyordu.

“Senin yüzünden,” dedi Tahir kısık bir sesle.

“Benim mi?” dedi Tamer hayretle. Uzun boylu fiziği, diğerleri gibi siyah giysilerle örtülmüştü. Yüzünü saran kepin altından gözüken güzel kahverengi gözleri kısılmıştı. Hiçbir özelliği olmayan bu kahverengi gözlere kaç kadının bayıldığını diğer iki arkadaş da aslında çok iyi biliyordu. Bu adam bakışlarıyla bile bir kadını kendisine âşık edebilecek değişiklikte, güzel gözlere sahipti.

“Senin şu Yunanlı güzelini konuştuk.”

“O benim değil,” diye homurdandı.

“Aptalsın o halde,” dedi Tahir ciddi bir sesle. Gözleri hâlâ etrafı süzüyordu. Sonra dönüp dik dik arkadaşının suratına baktı. “Ona hissettiklerini açıklamazsan bir gün elinden kaçıracaksın. Kaç gündür sersem bir âşık gibi ortada geziniyordun.”

“Saçma,” dedi Tamer umursamazca. O da onların yanına gelmişti. “Natalia daha on sekiz bile değil. Ben çocuklarla birlikte olmam. Hem durumu biliyorsun.”

“Evet. Ama ona gerçeği açıkla. Babası ile ilgili şeyleri öğrenirse huzur bulacaktır. Seni daha rahat sevecektir.”

Tamer bir an sessiz durdu. Sonra başını salladı iki yana. “Hayır. Söyleyemem. Beni sevecekse böyle sevmeli. Her şeye rağmen sevmeli.”

“Ama onun da kendi nefreti içinde boğulmasına izin veriyorsun?” dedi bu sefer Doğan. “Yakında on sekiz olacak ve seni terk edecek. Gitmek istemese bile gidecek. Buna izin mi vereceksin?”

Tamer sessiz kaldı. Gözleri bulutlanmıştı bir an. Sonra iç çekti. Konuyu bilerek değiştirdi. “Koridorun sonundaki odada birkaç kişi daha var. Balkona tırmandığım zaman görmüştüm. Televizyon seyrediyorlar. Hepsinin de yanlarında silah var. Gürültü çıkarmadan onları halledemeyeceğim için sizi bekledim. Ev sandığımızdan da kalabalıkmış.”

“Evet,” dedi Tahir. “Maho’yu gördün mü? Onların arasında mı?”

Tamer olumsuzca başını salladı. “Hayır. Tüm üst katı aradım. Burada değil. Gizli bir oda olmalı. Ya da çatı katı olabilir. Oraya çıkan bir merdiven var. Şurada. Henüz kontrol edemedim.”

“O halde ben çatı katına bakayım. Siz de oradakileri halledin. İşinizi bitirince herkesi dışarıya çıkarın. Dikkatli olun. Evde patlayıcı ürettikleri sanılıyor. Eminim kritik yerlere birkaç tane koymuşlardır. Zorda kalırsanız hiç düşünmeden evden çıkın.”

Birbirlerine sanki son kez görüşüyorlarmış gibi baktılar. Birlikte geçen yılların ardından kardeş kadar birbirlerine yakın olmuşlardı. Belki de kardeşten de öte. Tahir bu ikisinden birkaç ay büyüktü. Bu yüzden onları hep koruma hissiyle dolu olmuştu.

Daha fazla bir şey söylemeden döndüler.

Tahir sessizce Tamer’in işaret ettiği dar merdivenlere yöneldi. Yukarı doğru yürürken, dikkatle sesleri dinliyordu. Görünürde bir hareket veya ses yoktu. Sebebini önüne geldiği kalın kapıyı görünce anladı. Ses geçirmez olmalıydı. Kolunu kontrol etti. Kilitli değildi. Yavaşça araladı. Temkinli bir şekilde birkaç santim ittirdi. Şimdi içeriden sesler geliyordu. Konuşma sesleriydi. iki kişi konuşuyordu. Seslerin mesafesinden kapıdan uzakta olduklarını anlamak zor değildi.

“Bunu yapmayalım Maho,” diyordu genç bir ses.

“Saçmalama! Her şey hazır.” Cevap veren sesin tonu gayet umursamazdı. Ama itiraz eden ses gerçekten de bu konu üzerinde endişeli gibiydi.

“Ama orada bir sürü kadın, çocuk ve yaşlılar olacak.”

“Elbette. Yoksa nasıl sesimizi duyuracağız? Bazılarının ölümü ideallerimize giden yolda küçük bir fedakârlıktır sadece.”

“Maho! Orada kız kardeşim de yaşıyor. Senin de annen. Ya onlar da o anda o alışveriş merkezine gelirlerse? Ya onlar da tesadüfen oraya gidecek olurlarsa? Gel bu işten vazgeçelim. Alışveriş merkezi olmasın. Mesela bir banka falan olabilir. Gece de kimse olmaz. Gündüz vakti o kadar masum insanı öldürmekten iyidir. Ben masum insanları öldürmek için katılmamıştım size.”

“Masum mu? Sen ne diyorsun Cihat? Bu sömürücü sistemle, adın gibi mücadele edeceğine geri çekilmeyi mi tercih ediyorsun? Ben bu uğurda annemi bile rahatça feda ederim. Bir ağabeyim bu yüzden öldü. Unutma: Onu o şerefsiz devlet ajanı gözünü kırpmadan öldürdü.”

Tahir kapıyı biraz daha iteleyip içeriye girdi. Etrafına kısaca bir göz atıp, gözlerini ileride camın önünde konuşan ikiliye dikti. İkisi de uzun boyluydu. Sırtları kendisine dönüktü. Birisi esmer, diğeri açık sarı saçlıydı.

“Ben bunu kabul edemem…” dedi sarışın genç. “Bana sadece dikkat çekici basit eylemler yaptığınızı söylemiştin.”

“Bu da dikkat çekecek zaten,” dedi Maho alayla.

“Ben katil değilim. Belediye otobüsü yakmak, bir gazete binasına patlayıcı atmak, banka camları kırmak veya yürüyüş yapmak başka, insanları öldürmek başka.”

“Aptallaşma! Aramıza girdin bir kere. Bunu oyun mu sanıyordun? Kız kardeşin gibi sen de sadece eleştirerek düzeni değiştirebileceğini mi sanıyorsun?”

“Onu karıştırma. O benim böyle şeylerle uğraştığını bilse canıma okur. Bilemeyeceğin kadar öfkelidir. O yumuşak görünümü altında bir volkan saklıdır ve sen daha ne olduğunu anlamadan yanıverirsin. Allah’tan benim kimlerle ne yaptığımı bilmiyor. Basit yürüyüşlere, gösterilere katıldığımı sanıyor. Çoğundan da memnun değil üstelik.”

“O hayal dünyasında yaşıyor. Düzenle mücadele için eylem şart.”

“Ama ben bu konuda kardeşim ile aynı fikirdeyim. Ben bunu kabul etmem. Kimsenin ölmesini istemiyorum. Bu işe bulaşmak istemiyorum. Özür dilerim ama sabah erkenden buradan gideceğim”

“Neden? Bu eğlenceli değil mi? Hayatına bir renk geldiğini sen de söylememiş miydin? Akşama kadar üniversitede ders çalışmaktan daha güzel. Bir amacımız var. Bana hak vermelisin. Ben.”

“Sen.” diyerek onun sözünü kesti sarı saçlı genç. “Kendi kardeşinin ölümünü kabullenmiyorsun ama başkalarının kardeşlerini, annelerini, babalarını öldürmeye hazırsın. Hem de habersiz, günahsız insanları.”

“Ağabeyim bir amaç için öldü. Gerekirse ben de ölürüm. O adamın eninde sonunda beni bulacağını biliyorum. Peşime düştüğünü çok emin yerlerden öğrendim. Ah, onun kim olduğunu keşke önce ben öğrenebilsem! Kimliği çok gizli. Yoksa gidip onu kendi ellerimle öldürürdüm. Sadece adının Tahir olduğunu biliyorum.”

Genç adam o sırada onlara doğru sessizce sokuluyordu. Artık aralarında beş altı metre kalmıştı. Zaten kedi gibi çevik ve sessiz bir adamdı. İri gövdesine rağmen hiç ses çıkarmıyordu. Kendi adının geçtiğini duyunca duraladı. Elinde silahı, öylece onları süzdü. Kimden bahsediyordu bu adam? Maho’nun ağabeyini mi öldürmüştü? Ne zaman? Hiç hatırlamıyordu.

Yan gözle bakınca, sağındaki masanın üzerinde patlamaya hazır birkaç tane küçük C4 bombası olduğunu gördü. Düzeneklerinin elle yapılmış oldukları belliydi. Düzenlice ve dikkatlice yan yana konmuştu. Hepsinin de üzerinde uzaktan kontrol mekanizması vardı. Odanın başka bir tarafında bomba yapımı ile uğraşıldığını gösteren bir işaret yoktu. Belli ki bombalar başka odada yapılıp buraya getirilmişti. Belki de Maho bombaları bir çantaya doldurup patlatacağı alışveriş merkezine götürecekti. Ama bu kadar küçük bombalar alışveriş merkezinde büyük bir hasar açamazdı. Daha büyük bir şey olmalıydı.

Sağda solda örgüt propaganda broşürleri de vardı. Bir kenardaki küçük kitaplıkta bolca kitap duruyordu. Hepsinin de yasaklı yayınlardan olduğu belliydi. Bazı CD’ler de düzenlice istif edilmişti. Burası tam bir örgüt eviydi.

“Eninde sonunda onu bulacağım. Kim olduğunu öğreneceğim,” diye kinle konuştu esmer olanı. Tahir onun yüzünü merak etti. Kendisi de ilk kez Maho’yu görecekti. Kısa kesilmiş saçlarına bakılırsa, o da şehirli ve bakımlı terörist tiplerindendi. Bunlar gerçekten çok daha tehlikeliydi. Sürekli şehirde insanların arasında dolaşıp toplumu zarara uğratmaya çalışıyorlardı ve kimseler tarafından fark edilmiyorlardı. Geçen sene doktor olan bir örgüt üyesi bile tanımıştı. Bilinçsiz kadrolar artık şehirde okumuş elemanlara dönüşüyordu. “Ve onu öldürmemem için bana yalvaracak,” diye bitirdi Maho sözlerini.

Tahir keyifle içinden güldü. Bu salak adam fazla ileriye gidiyordu. Duruma müdahale etmenin zamanı gelmişti.

“Yalvarmayı sevmem,” dedi sakince. Sesi odanın içinde gezindi bir an. Neredeyse elle tutulur bir şekilde havada asılı kaldı. Sarışın genç hızla dönüp kendisine bakarken, esmer olanı yerinden bile kıpırdamamıştı. Sadece bir an için irkilmişti. Tahir onun da dönmesini bekledi. Yüzünü merak ediyordu. Silahını hafifçe salladı. “Sakin olun ve bir aptallık yapmayın,” dedi açıkça. Gözleri sarışın gence kaydı. Mavi gözleriyle oldukça yakışıklıydı. Şaşkın bakışları onu orada görmekten ne kadar da hayret duyduğunu belli ediyordu.

“Sen de kimsin?” dedi sarışın genç farkında olmadan. Baştan aşağıya siyahlar giyinmiş bu iri adamın tek gözüken yeri gözleri ve dudaklarıydı.

Genç adamın erkeksi dudakları hafif bir alayla kıvrıldı. “Adım önemli değil. Şimdi akıllı olun. Sen de bana dön Maho! Dön de kanlı suratının neye benzediğini göreyim.”

Maho önce kıpırdamadı. Sonra başını hafifçe çevirdi. Şimdi sadece kulakları ve çenesinin bir kısmı gözüküyordu. Tahir uzun zamandır aradıkları ünlü örgüt liderini yakalamaktan memnundu. Sabırsızca dönmesini bekledi.

“Buradan asla çıkamazsınız,” diye mırıldandı Maho ve hafifçe ekledi. “Burası öldüğün yer olacak Tahir.”

“Sırtına silah çevriliyken bile çok cesursun doğrusu. Şimdi dön de yüzünü göreyim,” dedi genç adam. Öne doğru bir adım atmıştı.

Birden yandan bir kapı açıldı. Tahir elinde olmadan bakışlarını çevirip kendisini emniyete aldı. Açık kapıdan çıkan bir adam, pantolonun düğmelerini düzeltiyordu. Arkasından ise sifon sesi geliyordu. Tuvaletten çıkan adam başını kaldırınca Tahir’i ve elindeki silahı gördü. Şaşkınca gözleri büyüdü. Genç adam içinden küfretti. Çünkü daha duruma tam hâkim olamadan diğer ikisi üzerine atılmıştı.

Eline atılan sarışın genç, silahını tutup almaya çalışıyordu. Ne olduğunu anlamadan Maho’dan da bir yumruk yedi. Kulağının dibine gelen yumruk canını iyi acıtmıştı doğrusu. Aslında o dakikaya kadar sakindi. Fakat üç kişinin arasında kalmak ve üstüne bir de yumruk yemek sinirini birden tavana vurdurmuştu. Bu adamların bilmediği bir şey daha vardı. Tahir’i sinirlendirmek, yapmak isteyecekleri son şey olabilirdi. Belki kapalı bir kafesteki sinirlenmiş bir aslanla baş başa kalmak daha olumlu sonuç verirdi. O, görünüşte Tamer’den ve Doğan’dan daha sakin görünmekle birlikte, çok daha öfkeli, çok daha hızla alev alan bir tipti.

Gerçekten de canının acısıyla dişlerini sıkıp öfkeyle homurdandı. O anda öbür adam da silah tutan koluna atılmıştı. Onun yaşı diğerlerine göre daha büyüktü. Genç adam tüm iriliğine rağmen üç kişinin kuvveti karşısında hafifçe sendeledi. Silahı elinden yere düştü. Sağ kolu iki kişi tarafından tutulunca, serbest kalan eliyle Maho’yu yakasından yakalayıp hızla kendisine çekti. Sertçe suratına doğru kafa attı. Sıçrayan kanların ılıklığını kendi yüzünde hissetti. Suratı kanla kaplanan Maho bir yana savrulurken, sarışın genci yakalayıp kasıklarına sertçe dizini yerleştirdi. İki saniye sonra da diğer adamı hiç ağırlığı yokmuş gibi omzunun üzerinden fırlatmıştı. Adam havada uçup sırtüstü yere düştü. Düşerken üzerindeki bombalarla birlikte masayı da devirmişti. Masanın bacakları bile dağılmıştı. Bu arada Maho arkasından yeniden üzerine atlamıştı. Bu Maho denen herif gerçekten de güçlü adamdı. Bir koluyla boğazına sarılmış, diğer eliyle de yüzünü saran kanlanmış kepi çekip almıştı.

Tahir sinirle dişlerini sıktı. Arkasındaki adamın boyu neredeyse kendi boyu kadardı. Boğazındaki güçlü eli tuttu. Doğru noktayı bulup sıktı. Kolayca kıvırdı ve boğazından ayırdı. Bu arada sarışın genç yine can havliyle üzerine atılmıştı. Ayağını seri bir şekilde kaldırdı ve onu, göğsüne vurduğu sıkı bir tekmeyle geri fırlattı. Çocuk uçarak, yerde doğrulmaya çalışan adama çarptı. İkisi birden yine yere yuvarlandılar.

Genç adam döndü ve yüzü yediği kafa darbesi yüzünden kan içinde kalan Maho’ya bir kafa daha attı. Genç adam burun kıkırdağının kırılırken çıkardığı sesi tanıdı. Koca adam yediği darbeyle geriye doğru sendeledi ve duvara hızla çarptı. Tahir gerçekten sinirliydi. iki adımda üzerine yürüdü ve ardından sıkı bir yumrukla onu bir daha duvara çarptı. Maho’nun kaşı da patlamıştı. Bu arada

Tahir’in gözü hâlâ yerde doğrulmaya çalışan diğer adamdaydı. Adamın susturucu takılı kendi silahına doğru ilerlediğini hissetmişti. Silahı almayı başarıp dizlerinin üzerinde doğrulduğu anda, yapılabilecek tek şeyi yaptı. Karşısındaki Maho’yu yakasından yakaladığı gibi bez bir bebekmişçesine onun üzerine fırlattı. Maho’nun iri gövdesinin çarpmasıyla dengesini kaybeden adam yeniden geriye yuvarlandı. Bu arada silah kaza ile iki el ateşlendi. Susturucu takılmış silahtan çıkan hafif ses odada zorlukla duyuldu.

Mermilerden birisi boşa giderken, diğeri Tahir’i sıyırıp geçti. Neyse ki sadece kazağının kolunu yırtmıştı. O anda Tahir’in elinde bir bıçak belirmişti. Öylesine seri davranmıştı ki, dengesini bulup elindeki tabancayı yeniden ateşlemeye hazırlanan adam hiçbir şey anlamadı. Bıçak açık mavi gömleğini delip neredeyse dibine kadar kalbine saplandı. Önce gözleri irileşti. Bir saniye bile geçmeden bakışları bulanıklaştı. Daha sonra cansız bir halde yere düştü.

Tahir acımasızca kaşlarını çattı. Kahretsin! Bu iş uzamıştı. Topu topu üç kişilerdi. Silahını almalıydı. Hızla yürüdü. Yerde ölmüş halde yatan adamın bileğini sertçe tutup kaldırdı. Silahını kolayca parmaklarının arasından çekip aldı. Sarışın genç ise yerde yatan iki adama şaşkınca bakıyordu. Sonra bakışları Tahir’in geniş omuzlu sırtına takıldı. Adamın profesyonel olduğu o kadar barizdi ki, ölümden korktu o anda. Can havli ile doğruldu. Doğrulurken yerden kırılan masanın bir bacağını kapmıştı.

Tahir arkasındaki hareketi hissetti ve döndü. Sarışın gencin masa bacağını kaldırdığını gördüğü anda da tabancasını doğrulttu. Hedefi ilk anda kalbiydi. Sonra. Sonra az önceki konuşmaları hatırladı. O kadar hızlı düşünmüştü ki, namlunun ucunu o gencin göğsünden bacağına doğru çevirmesi neredeyse salise almamıştı. Onu öldürmeyecekti. Az önce duyduğu şeylerden sonra, bu çocuğun sadece savunma mekanizması içinde kendisine saldırdığını biliyordu. Korktuğu ve ne yaptığını bilmediği gözlerinden belliydi. Fakat onu durduracak veya geri kaçacak vakti de yoktu.

Çaresizce tabancasını ateşledi. Çıkan kurşun sarışın gencin bacağının zararsız ama acı veren iç kısmına saplanırken, o acı dolu bir çığlıkla bağırdı. Masanın ayağı ellerinden kayıp yere düştü. Ardından da ince uzun bedeni yere kapandı. Elleri yarasının üzerine yapışmıştı.

Genç adam silahını koltuğunun altındaki deri kılıfına soktu. Yerde acı içinde inleyen sarışın gence sıkıntılı bir tavırla baktı. Keskin profilli dudakları gerildi. Bu meslekte bazı şeylerden hiç hoşlanmıyordu. Özellikle kandırılmış çocuklarla uğraşmaktan nefret ediyordu. Ama artık kendisini korumak için bile olsa çocukları öldürmek istemiyordu. Bu zavallı genç kim bilir hangi saçma sözlerle ikna edilmişti. Kim bilir hangi gerçek dışı hayallerin peşindeydi. Onun bombanın patlatılması ile ilgili sözlerini yine hatırladı. Bu çocuk henüz kazanılabilirdi. Belli ki büyük bir eyleme katılmamıştı daha.

Yanına gidip ayakta durarak yarasına şöyle bir göz attı. Sonra, “İyisin. Mermi damarına gelmedi. Ölmezsin,” dedi ona. Sert sesi gencin inlemesini kesmişti. “Şimdi kıpırdama ve yeni bir aptallık yapmadan öylece kal. Avucunu yarana bastır.”

Duru mavi gözler bir an acısını unutup genç adama baktı. Tahir’in kendisini istese öldürebileceğini o da fark etmişti. O masanın bacağını kaldırdığında, bu kadar iri bir adamın bu kadar büyük bir çeviklikle döneceğine ve silahını göğsüne doğrultabileceğine ihtimal vermemişti. Ve son anda bacağına ateş etmesi neredeyse bir mucizeydi. Evet, şu kır saçlı adam isteseydi şimdi çoktan ölmüş olurdu. Ve üstelik yanına gelip yarasına göz atmıştı.

Çocuksu yüzündeki genç bakışlar belirsiz bir saygıyla doldu önce. Düşmanı sayılan bu adamın tavrı onu etkilemişti. Ama sonra o mavi gözler değişti. Korkuyla Tahir’in arkasına kaymıştı. Genç adam o anda ne olduğunu anladı. Çocuk ile ilgilenirken yerde sürünen Maho’yu göz ardı etmişti. Hızla döndü. Döndüğünde beylik silahı çoktan kılıfından çıkmış ve elindeki yerini almıştı. Namlusu tehdit edercesine karşısındakine yönelmişti.

Maho zorlukla ayakta duruyordu. Bir eliyle duvardan destek alarak doğrulmuştu. Diğer elindeyse bir kumanda vardı. Tahir o kumandanın ne olduğunu biliyordu. Belli ki sarışın genç de biliyordu. Korkuyla gözlerinin irileşmesinden belliydi.

“Kıpırdama, yoksa patlatırım.” diye zorlukla fısıldadı Maho. Başı öne eğikti, ağzından burnundan kan akıyordu. Akan kanlar yere damlıyordu. Burnunun kırıldığı kesindi. Başka zaman olsa Tahir çoktan ateş ederdi. Fakat Maho’nun elindeki mekanizmanın çoktan basılmış olduğunu fark etmişti. Adamın parmaklarını o kumandadan çekmesi demek, her şeyin havaya uçması demekti. Bu odadaki tek bir patlayıcı bile, bu odanın bir alt katı da dahil, her şeyin yerle bir olmasına sebep olurdu. Alt kattaki arkadaşlarının işlerini bitirerek bahçeye çıkıp çıkmadıklarını düşündü. Emin olamazdı. Kendisini burada feda etse bile, onlara bir zarar gelmesine izin veremezdi.

“Kaçışın yok. Bırak onu Maho,” dedi sakin olmaya çalışarak.

“Senin de öyle! Bir aptallık yapma, yoksa hepimiz ölürüz!” Zorlukla konuşan sesine rağmen, yavaşça gerilemişti. Tahir çaresizce durakladı. Onu vurabilirdi. Peki ya bomba?

Maho gerileyip gözle gözükmeyen bir kapıya geldi. Duvarda gizlenmiş, aynı alçıyla kaplanmış ve aynı duvar rengine boyanmış olan kapı seçilmiyordu bile. Ama Maho’nun bir yere dokunuşuyla kolayca açıldı. Alçının altının çelik kapı olduğunu gördü genç adam. Kaçmak için hazırlanmış bu ek kapının, arkadaşlarının göremeyeceği bir yere açıldığını tahmin etmek zor değildi. Ya burada hepsi birden öleceklerdi ya da Maho’nun kaçmasına izin verecekti. Alt kattaki arkadaşlarını düşününce fazla tereddüt etmedi. Kısılmış gözlerle adamın iki büklüm bir halde kapıdan kaybolmasını izledi. Çelik kapı yine kapanmıştı. Arkasından gelen bir ses, onun açılma riskine karşı arkadan sürgülendiğini gösteriyordu.

Tahir hemen elini boğazındaki mikrofonun düğmesine götürdü. “Çocuklar! Derhal evi terk edin. Maho kaçtı. Elinde bomba mekanizması var. Çıkarabildiğiniz kadar adamı dışarıya çıkarın. Sanırım emniyetli bir mesafeye uzaklaşıncaya kadar patlatmaz. Sadece birkaç dakikamız var.”

Sonra keskin bakışlı gözlerini sarışın gence çevirdi. O da kendisine bakıyordu.

“Hadi evlat, sen de çık buradan! Az sonra burası cehennem gibi olacak!” Maho’nun kendisini emniyete aldıktan hemen sonra bombayı patlatacağını adı gibi biliyordu. Gözleri yerdeki hazır bombalarda gezindi. C4 patlayıcı düzenekleri hazırdı. Maho’nun elindeki kumanda acaba hangisine aitti? Bunlardan birisi olduğu kesindi. Çünkü yere düşünce eline almış olmalıydı.

Dizlerinin üzerine çöküp bir bombayı inceledi. Fazla karışık bir yapısı yoktu. Uzaktan kumanda mekanizmasının bağlı olduğu iki klasik kablo vardı. Bu tip bombalar şaşırtmak için değil, eylemde kullanmak için yapılırdı. Kablolarda bir hile olması pek mümkün değildi. İki saniyede karar verip kırmızı kablosunu yerinden söktü. Görebildiği tüm bombaların kablolarını sökmeyi başardı. Toplam yedi tane vardı.

Gözünden kaçan olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Sarışın genç hâlâ yerinde duruyordu. Gitmeye çabalamamıştı. Ve Maho’nun onu burada ölüme terk ettiğine de inanamıyordu. Acısını biraz unutmuş gibiydi. Şu devlet ajanı bile kendisine daha fazla ilgi göstermişti. Bir dakika bile olmadan tüm bombaların etkisiz hale getirilmesini hayretle izledi.

“Buralarda bildiğin başka bomba var mı?” diye sertçe sordu Tahir.

“Evin. Evin değişik yerlerinde var sanırım. Ama ben bilmiyorum,” dedi genç çocuk acıyla. “Ben sadece bir gündür buradaydım.”

Tahir yerinden doğrulup gencin yanına gitti. Kolundan tutup kaldırdı. Kapıya doğru yöneltti. “O bombaları tetikleyen kumandanın yerini biliyor musun?”

Sarışın genç, başıyla kütüphanenin bir rafını işaret etti. Orada eski bir cep telefonu duruyordu. “Kumandası şu telefon. Ama bir tane de gizli sığınakta olduğundan bahsetmişti. Tedbir için.”

“Kahretsin! Sığınağa varır varmaz patlatacaktır,” dedi Tahir sertçe. Elini yeniden boğazındaki konuşma mekanizmasına dokundurdu. “Çocuklar, evden çıktınız mı? Burayı hemen terk etmeliyiz. Evin her yerine bomba döşenmiş. Sanırım birazdan havai fişek gösterisinin içinde kalacağız,” dedi aceleyle. Sonra gence daha sıkı sarıldı. “Hadi, sen de acele et. İyice tutun bana.”

Odadan aceleyle çıktıklarında fazla vakti kalmadığını biliyordu. Tek başına olsa çoktan aşağıya varmıştı. Ama bu çocuğu burada göz göre göre ölüme bırakamazdı. Sarışın gençle birlikte merdivenleri yarıladıklarında, aşağıdan hızla Tamer’in geldiğini gördü. Doğan ile fizikleri tıpatıp benzeyen bu iki adamı, yüzlerini örten siyah bereleri varken ayırt etmek mümkün değildi. Fakat ikizlerini tanıyan bir anne gibi Tahir de onların yürüyüşünden, tavırlarından hangisi olduğunu hemen anlardı.

“Ne oldu?” diye sordu Tamer ona. Korkusuz gözleri, sekerek yürümeye çalışan Cihat isimli sarışın gencin üzerinde bir an gezindi. Sonra onun tehlikeli olmadığına karar vermiş gibi Tahir’e baktı.

“Bomba!” dedi Tahir. “Maho kaçtı. Eve tahmin ettiğimiz gibi bomba döşenmiş. Evden çıktığı anda onları patlatacak. Hemen uzaklaşmamız lazım buradan. Doğan nerede?”

“Aşağıda. Son adamı da dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Ben en alt katta rastlantı eseri iki bomba buldum zaten. Etkisiz hale getirdim. Başka var mı bilmem.”

“Eminim vardır. Bu katlardakini arayacak vaktimiz yok. Hemen buradan çıkmalıyız. Çabuk olalım.”

Koluna girdiği ağırlığa rağmen çabucak merdivenleri indi. Tamer de sarışın genci kolundan tutmuştu. Arkadaşını bu gençle arkada bırakıp kaçmayacak kadar asil ve cesurdu. Orta katın koridorunda Doğan ile karşılaştılar. O da elleri bağlı ve ağzı bantlı birisini itekleyerek önüne katmıştı. Adamın gözleri korku doluydu ve yine oldukça gençti.

O sırada Maho her tarafı beton olan ve soluk bir ışıkla aydınlatılmış bir yeraltı tünelinden zorlukla ilerliyordu. Canı fena acıyordu. Tahir denen adama üç kişi bile güçleri yetmemişti. Onun ne kadar iyi bir eğitim aldığını anlamak kendisine pahalıya patlamıştı. Eve girdiğini bile fark etmemişlerdi. Bunu nasıl becermişti? Nasıl bu kadar kolayca burunlarının dibine kadar sokulmuştu? Mutlaka ona yardım eden başkaları da vardı.

Sendeleyerek giderken bir an için durup duvara tutundu. Azıcık dinlenmeliydi. Dizi ve bileği de incinmişti. Yürümekte zorlanıyordu. Önünü görmek ise sızan kanlar yüzünden oldukça zordu. Patlayıcı kumandası olmayan boş eliyle görüşünü engelleyen kanı sildi. Kirpiklerine akan kan, patlamış kaşından geliyordu. Kahretsin! Nasıl da tuzağa düşmüşlerdi.

Kumandası elinde olan bombayı hemen patlatmak istemiyordu. Bu tünel evin tam altındaydı. Başına çökebilirdi. Sekerek ve inlememek için kendisini zor tutarak uzun tünelin sonuna geldi. Düz duvara monte edilmiş demir merdivenlerden zorlukla tırmandı. İki metre sonra gizli bir odaya gelmişti. Çok küçüktü. Odanın üstünde yeryüzüne açılan gizli bir kapak vardı. Bombaları patlattıktan sonra buradan kaçabilirdi. Fakat o anda dışarıda duyduğu sesler onu rahatsız etmişti. Elini artık zorlamaya başlayan kumandayı hâlâ salmadan kapağı araladı.

Tahmin ettiği gibiydi. En az on polis arabası ve iki tane de ambulans, sessizce evin dış kapısının önüne gelmişti. Evin demir kapısı çoktan aralanmıştı bile. Makineli tüfeklere sahip özel tim, geride bekleyen polislerden önce içeriye girmeye hazırlanıyorlardı.

Kapağı kapattı.

Bir an durup düşündü. Bu küçük yeraltı odasında kısılı kalmıştı. Acele etmeliydi. O iriyarı Tahir’in de ne yapacağı belli olmazdı. Çelik kapının zorla açılacağını sanmıyordu ama o adam gizli geçidin evin dışında bir yere açıldığını düşünemeyecek kadar acemi değildi. Az sonra tüm polisleri evin çevresine yayardı. Her ne kadar gizli kapak gözükmese bile buraya dikecekleri adamlar yüzünden günlerce burada hapis yaşayamazdı. Bu odada bir şişe su bile yoktu.

Sonra artık tetiği sıkmaktan yorulan parmakları arasındaki bomba mekanizması aklına geldi. Bir karışıklık belki işine yarardı.

Basılı olan kumanda tetiğini bıraktı.

Kulak kabarttı. Ne bir patlama, ne bir sarsıntı hissetti. Homurdandı. O şerefsiz devlet ajanı kumandaya ait doğru bombayı bulmuş ve basit olan mekanizmayı etkisiz hale getirmiş olmalıydı. Hiç şaşırmadı. Yine de elindeki mekanizmayı öfkeyle duvara çarptı. Başını çevirdi. Buralarda bir yerde evdeki diğer bombaları patlatan uzaktan kumanda aleti olmalıydı.

Yan duvardaki eğreti rafta birkaç malzeme vardı: hâlâ çalışan tozlu bir saat, metal bir bardak, eski bir dergi ve bir kumanda. Hepsi de toz içindeydi. Sekerek oraya yöneldi. Elinden geldiğince hızlı olmaya çalışıyordu. Görüşünü engelleyen kan yüzünden bir kenarda duran sandalyeye çarptı. Canı acıdığı için sessizce küfrederek duraladı. Devrilmemesi için tahta sandalyeyi hemen tuttu. Sesin dışarıdan duyulması olasıydı. Duyulmadığını umarak elini kumandaya uzattı. Duyulmuşsa bile az sonra kimsenin bunu önemseyeceğini sanmıyordu.

O sırada Tahir zamanlarının kalmadığının farkındaydı. Kollarının arasında bu yaralı çocuk olmasaydı, çoktan bahçeye çıkmış olurlardı. Ama onu burada bırakmak ölüme bırakmak demekti. Merdiven ise, üçü de uzun olan adamların yan yana inmesi için dardı.

“Sen önden git Tamer,” dedi genç adam arkadaşına. “Fazla vaktimiz kalmadı.”

“Saçmalama!” dedi Tamer sertçe. Ama yan yana olmalarının merdivenlerden inmelerini yavaşlattığı bir gerçekti. Doğan ise aşağıda durmuş onları bekliyordu. İri pençelerinden birisiyle tuttuğu bir adamın ise biraz sonra bayılacak gibi bir hali vardı.

Tamer de önden inip Doğan’ın yanında durdu. Onların merdivenlerden en alt kata gelmeleri üzerine Doğan elinde tuttuğu adamı kapıya doğru ittirdi. Onlar kapıya yürürken ve Tahir de sarışın gençle merdivenlerin en alt basamağına varmışken, kulakları sağır eden bir patlama sesi duyuldu. Geç kalmışlardı. İlk bomba üst katta patlamıştı. Ardından seri halde patlamalar başladı. Başlarının üzerindeki tavan sallanıp çökmeye başlarken, dengelerini zorlukla sağlayabiliyorlardı. Son olarak merdivenlerin arkasındaki bir bomba patladı. Merdivenin tahta korkulukları parçalanıp etrafa mızrak gibi yayılırken, kaya parçaları da göktaşı gibi etrafa saçıldı.

O anda her şey korkunç bir karmaşaya dönüştü. Tahir sırtına çarpan iri bir taş parçası ile dengesini kaybetti. Ardından parçalanmış bir korkuluk tahtası kafasına vurdu. Kollarındaki genç ile birlikte yere düştü. Düşmeden önce mızrak gibi saçılan tahtalardan birisinin biraz ilerideki Tamer’in karnının kıyısına saplandığını görmüştü. Üzerindeki çelik yeleğin hemen altından girecek bir boşluk bulan tahta parçası, Tamer’i birkaç metre öteye savurmuştu.

Her taraf toz duman ve gıcırtılar altındaydı.

Saniyeler geçti, uzun saniyeler. Gereğinden yavaş ilerleyen anlarda, etrafta hiçbir hareket olmadı. Yoğun toz bulutu kendisine yerlerde üzerine çökebileceği uygun bir pozisyon arıyordu. Uzun saniyelerden sonra, tozların içinde birisi kıpırdandı. Tahir’di bu. Fena halde acısı vardı. Güçlü kolları olmasa, yerinden kıpırdayamazdı bile. Gırtlağını yakan tozun yarattığı öksürüğe engel olamadan etrafına bakındı. Cihat isimli genci tozların, tahta parçalarının, taş serpintilerinin arasında aradı. İşte, biraz ilerisindeydi. Yerde hareketsiz yatıyordu. Hâlâ yoğun olan toz bulutu içerisinde bile soluk yüzünü kaplayan acı gözüküyordu. Gözlerini onun uzun ama ince vücudunda gezdirdi. Dehşetle ürperdi. Uzunca bir tahta parçası sırtından içeriye girmiş, sol omzundan çıkmıştı. Dudaklarının arasından kan sızıyordu. Fakat henüz kendindeydi. Kısa bir an bakıştılar.

“Kahretsin!” dedi kendi acısını unutarak. Ensesinden süzülüp boynunun içine giren ılık kanın farkında değildi. Doğrulup neredeyse dizleri üzerinde ona süründü. “İyi olacaksın evlat! Dayan!” dedi teskin eden bir sesle. Bir kardeş gibiydi, tatta müşfik bir baba.

Patlamalar durmuştu ama evin içinden hâlâ garip gıcırtılar geliyordu. Bunlara öksürük sesleri de karışıyordu. Başını kaldırınca toz bulutu içinde kendisine koşan Doğan’ı gördü. O da öksürüyordu. Genç adamın yüzü arkadaşları için çılgınca bir endişeyle dolmuştu. Tam patlama anında kapının ağzında olduğu için ciddi bir yara bere almadan kurtulmuştu. Öksürmesine engel olmaya çalışarak Tahir’in yanına çöktü.

“Tahir! İyi misin?” diye sordu endişeyle. Elleri hemen arkadaşının başına gitti. Derin bir yarıktan oluk gibi kan akıyordu.


2 Şubat 2013 Cumartesi

BABA (KİTAP TANITIMI)


   KİTAP TANITIMI



Yaşamla ölüm 


arasında gidip gelen bir kadın…

İşini kaybetmiş, yeni doğan oğluna bakmaya çalışan bir adam…

Bir hayat kurmak uzun zaman alabilir, ancak bunu mahvetmek yalnızca birkaç dakikanın işidir. Gary ile Molly, her çift gibi karşılaşırlar ve kısa sürede ruh eşi olduklarını anlayıp coşkuyla birbirlerine sarılırlar. Güzel Molly, Gary’nin içinde bir ateş yakmıştır ve Gary, onun geçmişi nedeniyle çektiği acıları yatıştırmaktadır. Bir aile kurmak ikisinin de en çok istedikleri şeydir ve Molly, büyük bir sevinçle hamile olduğunu öğrenir.

Doğum yapmak üzere hastaneye gittiğinde, işler ciddi anlamda kötüye gitmeye başlar. Gary, sadece birkaç hafta içinde, yeni doğmuş bir bebek ve ödemenin mümkün olmadığı bir yığın tedavi masrafıyla baş başa kalır. Yardıma muhtaç ve çaresiz bir halde Molly’nin uzun zamandır konuşmadığı kız kardeşi Suzanne’ı arar.
Oğluna olan sevgisi, zorluklara tek başına göğüs germesi için yeterli olacak mıdır?

KİTAP HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER




Buhrandaki genç bir ailenin sürükleyici öyküsü.”


-The Boston Globe-




“Sabırsızlıkla Jane Hamilton ya da Sue Miller kitaplarını bekleyen okuyucular Caroline Leavitt’ten de aynı tadı alacaklardır.”

-Katherine Weber-, The Music Lesson kitabının yazarı.


-Dokunaklı… Leavitt, incelikli bir karakter dağılımı hayal ediyor.”

-The Washington Post-


“Okuyucuları son sayfaya kadar kendine bağlayan, aile sevgisi ve hayatlarımıza yavaşça saldıran trajediler hakkında yürek burkan bir eser.”

-Philadelphia Inquirer-


“Leavitt’in başkarakterlerine olan bağlılığı… Hikâyeye mutlak bir çekim gücü kazandırıyor.”

-The New Yorker-


“İnsan doğası, Caroline Leavitt’in gözünden kaçmaz. İnsanları, onların korkularını, yanılgılarını ve hayatlarına getirdikleri yenilikleri iyi tanıyor ve bunları bizlere basitçe aktarıyor.”

-Jacquelyn Mitchard-












GİRİŞ





Gary ve bebek, Tastee Diner’da oturuyorlardı. Otis yalnızca üç haftalıktı ve yumuşak, mavi şeritli bir örtüye sarılı halde Gary’nin kucağında yatıyordu. Otis’in tüm bildikleri; kırmızı suni deri kaplı koltuklar, genellikle Patsy Cline ve Dolly Parton gibi country bir şeyler çalan arkadaki müzik kutusundan gelen yumuşak, bulanık sesler, Gary ve tam üç gündür Molly’di. Gary kendine, şimdiye kadar sadece üç gün,diye hatırlattı. Şimdiye kadar.Gary her gece aynı şeyleri sipariş ediyordu; sade kahve ve Otis’in biberonunu ısıtmak için bir fincan sıcak su. Otis her gece yeni bir giysi içindeydi. Bugün üzerinde mavi ve gri fitiller ve ona denk şapka ve pandufları vardı. Günde dört kez üzeri değiştiriliyordu çünkü her şeyini tükürük, mama ve salya ile baştan aşağı ıslatıyordu. Giysi tedariki sonsuz olduğundan bunun pek de bir önemi yoktu. Her gün postayla, gümüş rengi kâğıtlarla paketlenmiş, kurdelelerle bağlanmış, onlara şans dileyen; adlarına dua eden kartlarla düğümlenmiş hediyeler geliyordu. Otis, Gary üzerine her ne giydirirse giydirsin fevkalade görünüyordu. Şeritler, puantiyeler ve Gary’nin favorisi olan minik, kırmızı, üzerinde şarkı söyleyen siyah Elvis Presley figürleri olan süveter. Küçük bir inci kadar pürüzsüzdü ve şimdiden Gary’ninkiler gibi siyah bir saç tutamı, Molly’ninkiler gibi kocaman barut rengi gözleri vardı. Kirpikleri o kadar uzundu ki yanaklarında solgun gölgeler bırakıyordu.Otis bu dünyada yeniydi, yine de Gary’nin bilgece baktığını düşündüğü gözleri, ona bebekle sanki eşitlermiş gibi konuşmasının tamamen yerinde olduğunu hissettiriyordu.







Yüzünü aşağıya eğip temiz, pudralı kokuyu soluyarak, “Eh, benim yerimde olsaydın sen ne yapardın?” diye sordu. Otis, ona ciddiyetle şöyle bir baktıktan sonra, derin derin esnedi. Gary’nin komşusu, haftada üç kez kiliseye giden son derece dindar bir kadın olan Emma Thorton, ona tam bir bilirkişi edasıyla bebeklerin bu dünyaya her şeyi bilerek geldiklerini söylemişti. “Fakat dünya gitgide onlara bu bilgiyi unutturur,” diye ısrar etmişti. “Gizemli, üzücü bir şeydir bu.”Gary bunun üzerine gülmüştü. “Belki de dünya bunu unutturmalı, yoksa çıldırırlar.” demiş ve sonrasında Emma yüzünü nahoş bir şekilde buruşturduğunda muğlak bir utanç duymuştu.“Bu bir şaka değil,” demişti Emma. “Bu gerçek. Çocukların dilini konuşabilseydik neler öğrenirdik, kim bilir? ‘Ve onları küçük bir çocuk güdecek.’ Ne de olsa İsa böyle buyurmuş. İncil’de böyle yazılı. Bu bir gerçek.” Gary kafasını salladı, ama bunun doğru olup olmadığını artık bilmek istemiyordu. Tanrı. Evren. Bir düzen arıyor ama bulamıyordu. Daha kendi hayatı bir çerçeveye sahip değilken, hiçbir şey ona anlamlı gelmezken bunu nasıl yapabilirdi?Gary bir zamanlar evli bir çiftle arkadaşlık etmişti, kızları Stella’yı kendinden daha radikal olan hiçbir şeye inanmamak üzere eğitmiş iki ateist. Noel Baba yoktu. Paskalya Tavşanı yoktu. Ve kesinlikle, sırf bir şeylere anlam verilebilsin diye var denilen bir tanrı da yoktu. Stella beş yaşında, hardal rengi gür bukleleriyle zeki, sevimli bir kızken Gary ona, “Pekâlâ, artık büyük bir kız olduğuna göre, bebek olmakla ilgili en çok özlediğin şey nedir, söyle bakalım?” diye sormuştu. Bütün yetişkinler, Stella parıldayan düşünceli gözlerle Gary’ye dikkatle bakarken bekleşiyorlardı.“Tanrı’yla konuşmayı özlüyorum.” demişti sonunda Stella, sözlerine vurgu yapmak için kafasını sallayarak.“Affedersin?” demişti Stella’nın annesi şaşkınlık içinde, ama Stella elbisesinin kenarını yolmak ve buklelerini nemli parmağıyla bükmekle meşguldü. “Kiminle konuşuyorsun?” diye bir kez daha sormuştu annesi, ama Stella ağzının olduğu tarafa doğru parmağını şaklatmış ve “Gıt-gıt-gıdak yumurtam sıcak!” diye şakımıştı. O zamanlar Gary, Stella’nın ve annesinin cevabının gülünç olduğunu düşünmüştü. Oysa şimdi birazcık farklı düşünüyordu. Eğer Stella’nın ebeveynlerinden biri olsaydı, onun bu cevabının kendi hayatını bir anlığına durduracağını düşünüyordu. Çark etmiş olurdu. Bir şekilde değişmiş olurdu.Gary asimile olmuş bir Yahudi’ydi, ama sadece neler olabileceğini görmek için bile dindarlığı denemeye gönüllü olurdu. Neler olacağını asla bilemezsin, diye içinden geçirdi ve bu, hayatın neresinde olduğuna bağlı olarak seni rahatlatabileceği gibi, işkence de çektirebilecek bir deyimdi.







Gary neye inandığını bilmiyordu, ancak şu sıralar herhangi bir şeyi denemeye hazırdı. Onu neyin etkisi altına aldığını da bilmiyordu, fakat dün, mavi kottan yapılmış kangurusu içindeki Otis ile; tam kalbine yaslanmış o yumuşacık, sağlam kütle ile beraber biraz daha mama almak için bakkala giderken bir kiliseye girmişti. Kilisenin içi derin, koyu renkli tahtadan yapılmış banklar, göz kamaştırıcı vitraylar ve yontulmuş İsa, Meryem ve çıkaramadığı birkaç aziz heykeli ile doluydu. Hiç kimse yoktu. İçeri girer girmez, adımları cilalı döşemede yankılanırken, aklına adeta bir feryat gibi anidenMolly gelivermişti. Tavandaki resimlere, altın ve beyaz renkli pamuksu bulutlarla kaplanmış meleklere bakarak en arka sıraya oturmuş ve oturduğu anda, hiçbir duayı bilmediğini fark etmişti. Lütfen, söylemeyi akıl edebildiği tek şey buydu. Ve bunun yeterli olup olmadığını, herhangi bir gücü ya da ağırlığı olup olmadığını bilmiyordu. Otis yavaş yavaş kıpırdanmaya başlıyor, yuvarlak, nemli ağzı hareket ediyordu; elleri kendilerinden dilek dilenen minik yıldızlar kadar mükemmeldi. Gary, “Hey,” dedikten sonra eğilerek oğlunu öptü. Onu ne kadar öperse öpsün, yine de yeterli olmadığını hissediyordu. Onun dokunuşuyla sarhoş oluyordu adeta. Bebeğin temiz kokusunu seviyor ve kendini Otis’in boynunu, yuvarlak göbeğini, kafasını, ellerini koklamaktan alamıyordu. Gary, Otis’i bir kez daha öptü ve saatine baktı. Tam üç gün boyunca Molly’nin kalbinin üzerinde yatırılmış, tam üç gün boyunca emzirilmiş olan oğlunu, besleme vaktiydi. Etrafına bakınarak Otis’in biberonunu ısıtmak için bir fincan sıcak su daha isteyebileceği bir garson aradı.Garsonları artık tanıyordu. Üzerinde yazan isimlerin gerçek değil de, o yere bir bütünlük ve daha enerjik bir hava vermesi için her birine sonradan verilen isimler olduğundan şüphelendiği saat şeklindeki isim rozetlerine bakması gerekmiyordu. Doreena. Darla. Donna. Ve en sevdiği isim, en sevdiği garson, yeni biri; Patsylu. Patsylu uzun ve inceydi; yeşil gölgeli gözleri, siyah, kadife bir lastikle arkadan toplanmış yapay sarı saçları ve Otis’e karşı zayıf bir noktası olan bir kadındı. Bebeği, “Ah, seni gidi üzümlü kek!” diye seviyordu.







Yanlarından kayıp geçerken her seferinde Otis’in saçlarını geriye doğru okşuyordu ve Gary ellerini yıkadıklarından emin olmadan hiç kimsenin yeni doğmuş bir bebeğe dokunmasına izin verilmemesi gerektiğini bildiği halde ona ve oğluna bu kadar nazik davranmış birini eleştirmeye yüreği yoktu. Patsylu siparişleri daha onun söylemesine fırsat vermeden yeniliyordu. Her zaman gülümsüyor ve asla, tek bir soru bile sormuyordu. Nerelisin? Buralarda tanıdığın var mı? Niçin buraya geldin? Ne istiyorsun? Her şeyi, diye düşündü Gary. Sahip olduklarımı, yani her şeyi.Patsylu bu gece, elinde yumurtalarla çıkageldi. “Bunları kendim yaptım,” derken sesi alçak, yumuşak ve ahenkli birmüzik gibi hoştu. “Ocağı bile temizledim, yani üzerlerinde bir damla bile domuz yağı yok.” Gary ona gülümsedi ve yüzünün makyajını temizleyip, saçlarını doğal rengine döndürdüğü takdirde sevimli bir kadın olabileceğini düşündü. Hayatı o kadar arapsaçına dönmüştü ki, işleri basite almak şu sıralar yegâne hayat görüşüydü. Patsylu, koluna hafifçe vurarak emredercesine, “Yiyorsun,” dedi. “Bunları yiyorsun ve günün geri kalanında protein için endişe etmen gerekmiyor.” Neşeli, parlak kırmızı, kenarında çiçekli desenler olan tabağı masaya koydu. Yumurtalar sarı, kalın parçalar oluşturacak şekilde, tam da Gary’nin sevdiği gibi, fazla pişirilmişti. Gary, kalın öğütülmüş karabiberle beneklenmiş ve maydanozlarla dallanmış yumurtaların en azından birazını yemek için elinden geleni yapacak; geri kalanını tabağın kenarlarına iterek –ilkokulda öğrendiği bir hileydi iyi iş çıkarmış gibi gösterecekti. Biberonu Patsylu’ya vererek, yatıştırmak için bir eliyle Otis’i pışpışlamaya başladı. Oğlunun sabit nabzını ve hâlâ akıp gitmekte olan geç saati hissediyordu. İşe aldığı yatılı bebek bakıcısı Gerta’nın eve gittiğinde ona nasıl çıkışacağını tahmin edebiliyordu: “Yeni doğmuş bir bebeği gece dışarı çıkaramazsın, senin derdin ne?”Patsylu, içinde Otis’in biberonu olan bir fincan sıcak suyla geri döndü. Kafasını tabağa doğru sallayarak, “Bundan daha fazlasını yemelisin. Beslenme konusunu iyice düşünmen gerekiyor, siz artık bir ailesiniz,” dedi ve fincanı masaya koyup diğer bir masaya yöneldi.







Bir aile. Tanrım. Bir yetim olarak, aile hakkında kendisinin tek başına olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Kendi ebeveynleri hakkında tek bildiği şey, onu büyüten Pearl teyzesinin anlattığı hikâyelerdi. Pearl, öğretmen emeklisi kocasının sosyal sigortası ve aylığı ile geçinen dosdoğru, sert bir kadındı ve Gary’nin onu sevdiği kadar severdi Gary’yi. Ona, “Emeklilik yıllarımı seninle paylaşıyorum,” demişti. “Bir arada yaşayan yaşlı bir kadın ve küçük bir çocuktan daha iyi ne olabilir?” Pearl’ün yalancı elmastan bir tokayla tutturduğu kar beyazı saçları vardı. Okyanus renklerinde, saten gibi pürüzsüz ve parlak kıyafetler giyerdi ve Gary’nin ne isterse onu giymesine izin verirdi. Kendisi gidip artık gözlerine girdiğini söyleyene kadar Gary’nin saçlarını kesmezdi. Gary’yi severdi. Birlikte oyun ve filmlere giderlerdi; Gary’ye kekler ve kurabiyeler yapardı ve geceleri ona hikâyeler anlatırdı, bazıları ebeveynleri hakkında olan hikâyeler. “Seninkiler oldukça hırçın insanlardı,” demişti. “Kalplerinde birbirlerinden ve senden başkasına yer yoktu.”Gary’de onların fotoğrafları vardı, annesinin yüzü solgun olmasına rağmen aydınlık bir hali vardı, şeker sarısı saçları bir çiçekle tutturulmuştu ya da omuzlarından aşağıya kayıyordu. Bir fotoğrafta, Gary’nin en sevdiğinde, annesi bir elini güneşe siper etmek için havaya kaldırmıştı, ama ona sanki kendisine sesleniyormuş gibi geliyordu. Sanki onu, buraya gel, buraya gel, buraya bana doğru gel, diye çağırıyormuş gibiydi. Babası kaygan, koyu renkli saçları ve dişlek gülüşü ile ince ve uzun bir adamdı. Her zaman takım elbiseler, kravatlar ve şık bir açıyla yerleştirilmiş fötr şapkalar giyerdi. Ayakkabıları parlaktı ve parmakları, onları sanki bir müziğe ritim tutarak şaklatıyormuş gibi gözüküyordu. Pearl, Gary’ye ailesinin onu her yere götürdüğünü söylemişti; restoranlar, filmler ve süpermarketlere, hatta basketbol oyunları, rulet masaları ve gecesahilde yapılan yürüyüşlere bile. “Altın gibi değerliydin,” demişti Pearl. “Bir kutu patlamış mısır kadar da portatif.” Onu, öldükleri gün de yanlarına almışlardı.Mutfak alışverişi yapmışlar, kahverengi yiyecek paketleri taşıyorlardı, belki akşam yemeği için özel bir şeyler, belki de çikolatalı kek, istiridye ya da yarı kaliteli bir şişe şarap gibi romantik bir şeylerdi. Gary’yi mavi bebek arabasında taşıyorlardı ve yağmur yağmaya başlamıştı. Hava birden şimşeklerle aydınlanmıştı, gök gürlüyordu. Ebeveynleri bebek arabası ve yiyeceklerle boğuşuyorlardı. Kahverengi torbalar yırtılıyor ve yiyecekler ıslak zemine dökülüyordu. Bebek arabası ve Gary’yi apartmanlarının önündeki dik merdivenden yukarı çıkarmaya çalışıyorlardı ki en sonunda, kendilerini toparlayabilmek için onu arabanın içinden almaya karar vermiş olmalıydılar. Arabaları, krem rengiyle süslenmiş turkuaz bir Plymouth, evin önüne park edilmişti ve Gary’yi ön koltukların üzerine yatırıp kapıyı kapatarak yağmurdan saklamışlardı. Yalnızca bir anlığına. Yalnızca onu korumak için. Ve sonra altındaki yiyecekleri almak ve arabayı katlamak için ikisi birden ellerini bebek arabasına atmışlardı, yanlış olan tek şey, parlak metalden yapılmış saplara tam da yıldırımla aynı anda dokunmuş olmalarıydı. “Garip kaza,” demişti Pearl, Gary olanları hayal etmeye çalışırken onu kollarında sallayıp saçlarını okşayarak. Hayatın kıvılcımı ile ateşi. Görkemli, ani cızırtısı. Gary’yi düşünmüşler miydi; dönüp birbirlerine mi bakmışlardı, yoksa bütün olan bitenin süratli şokundan başka hiçbir şey düşünmemişler miydi? Hemencecik ölmüşlerdi, ama Gary arabaya çarpan yağmurun sesi ile sakinleşip, orada iki saat kadar uyuklamıştı. Annesi ile babasını ve sonunda kusursuzca uyumakta olan Gary’yi bulmak, kırmızı lastik botları ve ördek resimli şemsiyesi olmadan evine koşarken oradan geçen bir komşu çocuğuna düşmüştü.Gary’nin fotoğrafları vardı fakat anılardan yoksundu. Pearl dört yıl önce ölmüştü, şimdi ise Molly ve Otis sahip olduğu bütün aileydi. Sahip olduğu, diye mırıldandı. Şimdiki zaman. Sahip. Kendini hışırdayan yapraklar gibi hissediyordu. “Bütün bunların üzerine biraz dondurmaya ne dersin?” dedi Patsylu. “Şeftalimiz var, bir haziran günü kadar taze.” Gary, “Ah, birazı için neler vermezdim,” demeye yeltendi ama sonra vazgeçti. Bu kadar basit bir sözcük öbeğini söyleyememişti. Bu, ona kendini sanki hayatından bir katman çekilip alınmış gibi hissettirmişti. Her daim korku içindeydi. Ve sürekli, şimdi ne olacak? diye düşünüp duruyordu.







Ama sorun şu ki, Molly’nin nesi olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Otis’i normal doğum ile dünyaya getirmek üzere hastaneye yatmıştı ve üç hafta içinde beş operasyona, daha sonra da iki kez ölüm tehlikesine rağmen bugün hâlâ kimse neler olduğunu bilmiyordu. Onu anestezi ile uyutuyorlardı, bu nedenle ona ne olduğunu hissedemiyordu. Bazen Molly’yi görmeye gittiğinde onun, Gary’yi değil günlerce, aylarca gibi gelen bir süredir, gerçekte her daim orada olsa bile, görmediği çin onu terk ettiğini ya da öldüğünü hayal edip etmediğini merak ediyordu. “Hayatım,” diye sesleniyordu. Molly’nin gözleri hafifçe titreşip yeniden kapanıyor; onu görmüyor, duymuyordu. Sanki aralarında onları ayıran bir duvar var gibiydi, bir bulabilse çıplak elleriyle yıkacağı bir duvar.“Sonrası için biraz kek paketleyeceğim,” dedi Patsylu aniden. “Böylece daha sonra tatlı bir şeyler yiyebilirsin.”







Gary Patsylu’ya her zamanki gibi fazladan bahşişle ödeme yaparak Otis’i kollarına sardı. “Güle güle, tatlım,” dedi Patsylu. Bir an için Gary, kızın bunu kendisine mi yoksa bebeğe mi söylediğini anlayamamıştı. Otis’e dikkat ederek ön kapıyı açtı ve mevsim normallerine uymayan, ısıran soğuğa adım attı.







BÖLÜM 1 ∑







Gary Breyer ilk kez, Molly’ye Tastee Diner’da âşık olmuştu. O kadar kolay âşık olan bir adam değildi fakat her zaman öyle olduğunu umardı. İnsanlar ona oldum olası zeki ve komik biri olduğunu söylerlerdi ve kendisinin pek de iyi görünümlü olduğunu düşünmese de kendisini son derece şaşırtan bir şekilde kadınlar, onu yakışıklı bulurdu. Onun gür kirpiklerine, ceketinin yakalarından içeri süzülen dalgalı, karmakarışık siyah saçlarına dokunurlardı. Oduncu gömlekler, paçavra tişörtler, solmuş kot pantolonlar ve konçlu spor ayakkabılardan oluşan baştan savma giyim tarzını çekici ve çocuksu bulurlardı.Hemen hemen her zaman bir sevgilisi olmuştu: birlikte çalıştığı fotoğrafçılar, bir konserde tanıştığı bir viyolonselist, antibiyotik reçetesini temin eden bir eczacı ve hatta her gece ellerine, pamuklu beyaz eldivenlerini giymeden önce soğuk bir krem tabakası süren bir el modeli. Bazen kadınlar ona âşık olurdu, bazen kendisi de onlara karşılık verirdi fakat sonunda hiçbiri uzun süremeden ilişkileri yavaşça sonlanırdı ve neden böyle olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Kız arkadaşları ona fazla gergin ve hararetli olduğunu, bazen de yeteri kadar gergin ve hararetli olmadığını söylerlerdi. “Birbirimize uygun değiliz, hepsi bu,” demişti son kız arkadaşı Emily, onu terk edip Utah’ta kayak malzemesi satan, birbirlerine son derece uygun olduklarına kanaat getirdiği eski erkek arkadaşına dönmeden iki gün önce. Bazen de kendisi bir ilişkiyi bitiren taraf olurdu. Bir keresinde bir hemşireye olan aşkı tamamen bitmişti çünkü kız, hisleri hakkında konuşmaktan nefret ediyordu. Bir kitap editörünün iki haftalık bir iş gezisinden dönüşünde ise birdenbire onu özlemediğini fark etmiş ve onunla görüşmeyi kesmişti. Gary, sanki aşk bir şekilde asla ona uğramayan bir mevsimmiş gibi müthiş bir hüzün ve dur durak bilmeyen bir özlem duymaya başlamıştı. Kendini meşgul etmeye çalışırdı. Brooklyn’deki Treasures Press’te kitap kapakları tasarlamak gibi çok sevdiği bir işi vardı ve uzun süre boyunca ya da geceleri geç saatlere kadar çalışmayı dert etmezdi. Kitabevlerinden ve sinema salonlarından çıkmazdı ve ona şükran günleri, Noeller ya da yılbaşlarında evlerini açan bir arkadaş çevresi vardı. Fakat kendisi ve çevresindekilerin yirmili yaşları otuzlarına göz kırpmaya başlayıp biraz daha yaşlandıklarında, arkadaşları yavaş yavaş evlenip çocuk sahibi olmaya başlamışlardı. Her birinin düğünleri için smokinler kiralamış, şereflerine kadeh kaldırırken akıcı ve eğlenceli konuşmalar yapmış ve nedimelerle cesurca flört etmiş, hatta zaman içinde vaftizlere, doğum günlerine, küçük, yağcı ufaklıkların onu Gary Amca diye çağırdıkları kutlamalara katılmaya başlamıştı. Amca. Aile.







Evet, öyleydi, ancak yine de öyle değildi. Arkadaşları ondan ve Chelsea dolaylarından uzaklara, hatta bazen tamamen New York dışına taşınmaya başladıklarında onlarla gittikçe daha az görüşmeye başlamış, sonrasında ise arkadaşlarının konuşmaları Gary’nin çıkaramadığı insan ve yer isimleri ile baharatlanmış ve bazen çocukları onun kim olduğunu bile hatırlayamaz olmuşlardı. Kendini arkadaşlarının hayatlarını kıskanmaktan alıkoyamıyordu. Gary, evli dostu Bob’ın Massachusetts’teki mutfağında kerpiç tuğladan yapılmış fayanslara dayanarak Bob ve karısı Rayanna’nın yemek yaptıkları sırada birbirlerine kaşıklarla sataşırken, her kaşık darbesinin son derece mahrem bir eyleme dönüşmesini izlemiş ve kendini bir röntgenci gibi hissetmişti. Ithaca’da, daha önce birlikte çalışıp arkadaş olduğu reklam yazarı Allan ve kız arkadaşı Peggy ile sinemaya gitmiş, fakat kendi elleri ceplerinin derinliklerinde, yalnız başına yürürken onlarınkiler bir arada durmuştu. Arkadaşları, bazen nasıl da sessizleştiğini görüp onu hayatlarına dahil etmeye çalışmışlar, ona hoşlanacağını düşündükleri kadınların numaralarını vermişler, havada romantizm yaratmaya çalışmışlardı. “Belki de çok şey istiyorsun,” diye fikrini beyan etmişti Allan en nihayetinde. “Belki biraz daha gerçekçi olmalısın. Mucizeler ummaktan vazgeç.”Gary kendini yorgun hissetmeye, kendine huzur ve yalnızlığın o kadar da kötü şeyler olmadığını, bir insanın yalnızca kendisi eşliğinde de mutlu olabileceğini söylemeye başlamıştı. Arabasını değişik yerlere sürerek keşfe çıkmaya ve akşam yemeklerini tesadüfen rastladığı ufak, siyah ve metalik renklerin hâkim olduğu Tastee adlı balık istifi bir New Jersey lokantasında yemeye başlamıştı. Tastee, krom masaları ve yumuşak, suni deriden kabinleri olan bir yerdi. İçeride karşı duvarın çeyreğini işgal eden, döner bir neon saat vardı. İçerisi oldukça kalabalıktı ve beyaz önlükleri belleri etrafına bağlanmış ve isim rozetleri göğüslerine iğnelenmiş halde ortalıkta koşuşturan dört bayan garson vardı. Orta yaşlarda, göğsündeki rozette Donna yazan sarışın bir garson kafasını arkaya doğru sallayarak, “Bugün baharatlı patates kızartması çok iyi,” diye ısrar etti. “Pekâlâ. Ah, ve bir de kahve,” dedi Gary. Glen Campbell müzik kutusundan, ilçe bünyesinde çalışan bir demiryolu işçisi olmanın zorlukları hakkında bir şeyler mırıldanıyordu. Bu, Gary’nin sevdiğini itiraf etmekten utandığı bayağı şarkılardan biriydi. Gary geriye dönerek bir kabine oturdu ve etrafı süzmeye başladı. Salonda birçok aile vardı; çocuklarının yüzlerini peçeteyle temizlemeye çalışırken daha da kirleten anneler, arkalarına yaslanmış, ciddi bir şekilde, gözlerini deviren ya da boş boş uzayın derinliklerine dalmış ergen kızlarıyla konuşan takım elbiseli babalar. Ayrıca birkaç tane çift, yaşı geçkin kadınlardan oluşan birkaç grup ve orada, arkalarda yalnız başına çorbasını içen, Gary’nin o ana kadar gördüğü en güzel kadın.Ateşli düğümlerden oluşan saçları sırtından sarmallar halinde dökülüyordu. Burnunun üzerinde adeta bir takımyıldızı oluşturan nokta nokta çilleri, küçük uçlu çenesi ve barut kadar aydınlık ve gri gözleri vardı. Beyaz gömleği ona bir beden büyük gibi görünüyordu, altındaki beyaz kazağın dirsek kısmında bir sökük ve sol ayağındaki konçlu spor ayakkabının ucunda mavi bir boya lekesi vardı. Masanın üzerine kıvrılmıştı. Bir eli çenesini kavramış, diğeri büyük bir açlıkla okuduğu kitabın üzerindeydi. Çorbasını, gözünü sayfadan bir an olsun ayırmadan, kaşığını yavaşça ağzına doğru götürerek körlemesine içiyordu. Gary, onun okumayı seviyor olmasından, okurken evde yalnız başınaymış gibi görünmesinden hoşlanmıştı. Onun, sanki yanında bir erkek ya da bir başka kız olmayışı bir eksiklikmiş gibi davranmayıp, kendi başına iyiden iyiye eğleniyor olmasından da hoşlanmıştı. Onu, kendisi için bir fırsat olup olmadığını görmek için bekleyerek, bir an için seyre daldı. Fakat kadın yukarı bakmadı ve kızartmaları masasına ulaşınca dikkatini onlara yöneltti. Kendine, kadının evli olabileceğini hatırlattı. Parmağında bir yüzük görememişti fakat bu hiçbir şey ifade etmezdi. Şu sıralar âşık olabilirdi ya da bir sonraki uçakla Fransa’ya uçuyor olabilirdi. Biberle ve sarımsakla tatlandırılmış kızartmadan yedi, iştah kabartıcıydı ve bir anda kurt gibi acıkmıştı. Çatalına birkaç kızartma daha sapladı. Hemen yanında, birbirinin aynı mavi balıkçı kazakları ve kot pantolonlarıyla iki ergen ayağa kalktı ve eski bir Bruce Springsteen parçasına eşlik ederek yavaşça dans etmeye başladı. Kollarını birbirlerinin boynuna dolayarak, dar geçidi işgal etmişlerdi. Garsonlardan biri inişli çıkışlı bir çan sesi çıkararak gülüyordu. “Buradan geçmek zorundayım, çocuklar,” diyerek yanlarından dolaşıp onları birbirlerine daha da yaklaştırdı. Gary çocukların salınmalarını, bütün o hararet, enerji ve körpe sevgiyi, bütün o umudu ve gayeyi izledi ve sonra, kendine engel olamayarak kızıl saçlı kadına bir bakış daha fırlattı. Kadın, okurken yarı gülümser halde bir sayfa çevirdi; o kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, gömleğinin kolunun çorba kâsesine daldığını ve dirseğinde titrek, sulu bir yıldız şekli bıraktığını fark etmemişti. Gary kendi kendine sırıttı. Onu bir saniye daha izleme isteğine karşı koyamadı ve ansızın kendisi için de bir kitap, belki bir eskiz bloknotu diledi. Bir dahaki sefere, dedi kendi kendine.Bir kızartma daha kaptı. Bu kadında ne olduğunu anlayamamıştı, neden ona her baktığında, onun her hareketiyle havada bir değişim, bir elektrik hissettiğini bilmiyordu. Bu çok gülünçtü. Onun kim olduğunu, ne iş yaptığını, zeki, eğlenceli ya da birazcık olsun ilgi çekici olup olmadığını, kısaca hakkındaki hiçbir şeyi bilmiyordu. Huysuz ya da psikozlu biri olabilirdi. Bir düz cam tabakası kadar basit de olabilirdi. Ne okuduğunu göremiyor olsa da, onu bu kadar kendine bağlayıp ona olan ilgisini fark etmemesini sağlayan kitabın bir klasik ya da yeni çıkmış fakat iyi bir şeyler, hiç değilse ünlü birinin hayat hikâyesi veya dehşetli bir True Crime* romanından başka herhangi bir şey olmasını umar gibiydi. * True Crime, kurgusal olmayan, aksine; genellikle politik suikastlar, herkesçe bilinen fakat çözüme ulaşamamış cinayetler ve ünlü kişilerin ölümleri gibi gerçek olayların detay ve örgülerini inceleyen edebi tür.